Amos Harel - Haaretz Gazetesi
İsrail ve Hizbullah arasında günlük ve gün boyu süren şiddetli çatışmalar devam ederken taraflar arasında bir ateşkes sağlama girişimlerine yönelik hızlandırılmış müzakereler Amerika'nı teşvikiyle sürdürülüyor. Zaman zaman İsrail veya Washington’dan gelen bazı haberler, yakın bir gelecekte bir anlaşmaya varılabileceğine dair iyimser bir tablo çiziyor. Fakat Beyrut’tan gelen haberler daha şüpheci bir bakış açısı sunuyor.
Hizbullah (anlaşmada resmi bir taraf olmayacak) ve Lübnan hükümeti, örgütün sınırdaki tüm askeri kabiliyetlerini ortadan kaldıracak ve İsrail’e sınırın Lübnan tarafında herhangi bir ihlal olması durumunda tek taraflı güç kullanma yetkisi bırakacak bir anlaşmaya sıcak bakmıyor. İsrail’in bu savaşta bariz bir üstünlüğü olmasına ve İran dahil tüm tarafların kuzeydeki savaşı durdurmakla ilgilendiği görülmesine rağmen, bu hedefin yakın vadede gerçekleştirilip gerçekleştirilemeyeceği net değil.
Yeni Savunma Bakanı Yisrael Katz, geçen hafta Hizbullah’a karşı zafer ilan etmekte acele ederek, yeni görevinde söylediği sözlerin önceki Dışişleri Bakanlığı dönemine kıyasla daha fazla ağırlık taşıdığını fark etti.
İsrail ordusunun çoğu, tüm cephelerde savaşın sona ermesini hızlandırmak ve nihayetinde Gazze Şeridi’nde Hamas’ın elinde bulunan esirlerin serbest bırakılmasını sağlamak için Hizbullah’a karşı çatışmaların sona ermesini destekliyor.
Fakat, kuzeyde şu anda bir anlaşmaya varma çabasının erken olduğunu düşünenler de var. Onlara göre, iki ay önce Lübnan’da başlayan etkileyici bir dizi başarıya rağmen Hizbullah henüz, 2006’daki İkinci Lübnan Savaşı’nın ardından 17 yıl boyunca beklenmedik bir şekilde sağlanan göreli sakinlik gibi, yıllar boyunca caydırıcı olacak kadar ciddi askeri darbeler almadı.
Bu yaklaşıma göre, örgütün sistemlerine daha derin darbeler vurulmalı; bu, caydırıcılık düzeyine ulaşılması için Litani Nehri’ne yakın kara harekatlarını ve Bekaa Vadisi ile Beyrut’a uzanan hava harekatlarını içermeli.
Başbakan Benyamin Netanyahu’nun Lübnan’a dair az sayıdaki açıklamaları ile Gazze hakkında yaptığı açıklamaları karşılaştırdığımızda, ikincisine yönelik “tonun” çok daha farklı olduğu görülebilir.
Netanyahu, Gazze konusunda hâlâ şahin bir çizgi izliyor ve zaman zaman “mutlak zafer” vaat ediyor; ancak destekçilerinin bir kısmı bu vaadin gerçekleşme ihtimalinden şüphe duymaya başlamış durumda. Lübnan konusunda ise daha az taahhütte bulunuyor. Kuzeyde, savaşın sona erdirilmesi yollarını aramaya başladığı izlenimi doğuyor.
Bunun birkaç sebebi var:
Yedek birlikler üzerindeki baskıyı azaltma gerekliliği; zira ultra-Ortodoks koalisyon ortaklarının baskısıyla kaçak askerlik yasasını tekrar gündeme getirmeyi planlıyor.
Lübnan cephesinde en azından bir tür zafer görünümü yaratma çabası.
Kuzeydeki savaşı sona erdirme konusunda büyük önem atfettiğini gizlemeyen ABD’nin yeni Başkanı Donald Trump’ın beklentilerine uyma gerekliliği (Trump, Gazze’de olup bitenlere ise çok az ilgi gösteriyor).
Kuzeyde bir anlaşmaya varılması ve burada görev yapan yedek kuvvetlerin terhis edilmesi, Netanyahu’ya güneyde bir anlaşmaya varmadan savaşı sürdürme imkânı sağlayacaktır; bu durumda giderek daha fazla zorunlu askerlik hizmeti yapan birliklere dayanacaktır.
Son birkaç ayda burada sık sık yazıldığı üzere Netanyahu, Gazze’de “sonsuz bir savaş” yürütme çabası içinde.
Başbakan, esir takası anlaşmasına varmayı bugüne kadar hep engelledi. Hamas da anlaşmaya sıcak bakmıyor, zira Netanyahu’nun radikal sağcı ortaklarının böyle bir anlaşma durumunda koalisyonu dağıtacağından endişe ettiği anlaşılıyor.
Netanyahu’nun, bu ultra-sağcı kesimin İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nde kalıcı bir varlık sürdürmesi için baskı yapmaya devam edeceğini ve buradaki yerleşimlerin yeniden inşasına, en azından Filistinlilerin kuzey Gazze’den tehcir edilmesine yönelik hazırlıkların sürdüğünü tahmin ettiği anlaşılıyor.
Tüm bu planlar hâlâ Trump’ın hesaplarıyla çakışabilir. Yeni yönetimini İsrail yanlısı aşırı tutkulu figürlerle doldurmuş olmasına rağmen, Trump hâlâ İsrail-Suudi Arabistan ilişkilerinin normalleşmesi hayalini kuruyor.
Böyle bir gelişme, Orta Doğu’nun çehresini değiştirecek ve Amerikan sanayisi açısından yüz milyarlarca dolarlık silah satışını mümkün kılacaktır. Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman, bu normalleşmenin bedelini şimdiden belirlemiş durumda, o da Netanyahu’nun iki devletli çözümü açıkça tanıması.
Son haftalarda Veliaht Prens, İsrail’in Gazze’deki operasyonlarına yönelik daha eleştirel bir tutum benimsemiş görünüyor.
İnsani maliyet
Netanyahu’nun koltuğunu tehdit eden en büyük tehlike, savaş ve onun maliyetlerinden ziyade, İsrail ordusunda yaşanan asker krizi. Bunun arka planında ise hükümetin kaçak askerlik yasasını yasalaştırma niyeti yatıyor.
Geçen hafta Genelkurmay İnsan Kaynakları Dairesi, savaşın insani maliyetine dair çarpıcı veriler sundu.
Son 13 ayda verilen ağır kayıplar nedeniyle, ordu acilen 10 bin yeni askere –bunlardan 7 bin 500’ü muharip asker olacak şekilde– ihtiyaç duyuyor.
Savunma Bakanı Katz, selefi Yoav Gallant’ın görevdeki son günlerinde benimsemiş olduğu yaklaşımı sürdürüyormuş gibi görünüyor.
Gallant, ultra-Ortodoks gençlere yönelik 7 bin celp gönderilmesi talimatını vermişti; bu, birliklerin doldurulmasına yardımcı olabilecek bir hamleydi.
Fakat gerçekte, geçtiğimiz birkaç ayda gönderilen 3 bin celbe ultra-Ortodoks toplumundan gelen yanıt neredeyse yok denecek kadar azdı.
İsrail ordusu, insan gücüne dair en olası kaynağı ultra-Ortodoks toplumu olarak belirlemiş durumda.
Tek bir zorunlu asker taburu oluşturmak, işgal altındaki topraklarda ve sınır bölgelerinde olağan dönemlerde yılda on yedek taburun çağrılmasını önleyebilir.
Bunun yakın zamanda gerçekleşmesi pek muhtemel görünmüyor. Haredi partilerinin muhalefeti, çeşitli ultra-Ortodoks ruhani liderlerin tehditleri ve koalisyonun bu figürlere bağımlılığı düşünüldüğünde, bu konuda bir ilerleme beklemek zor.
Netanyahu, yük paylaşımında eşitlik ilkesiyle ilgili tek bir kelime bile etmedi. Bunun yerine, yedek askerlerin eşleriyle bir araya geldiği toplantılardan çekilen fotoğraflarla yetindi.
Yedek birlikler üzerindeki yük muazzam ve yakın zamanda hafifleyecek gibi görünmüyor. Haaretz gazetesinde Bar Peleg’in yayımladığı verilere göre, 7 Ekim 2023’ten bu yana çağrılan yedek askerlerin yüzde 54’ü 100 günden fazla görev yapmış, yüzde 18’i ise 200 günü aşmış durumda.
İsrail ordusunun açıkladığı korkunç bir başka veri ise, ordudaki kayıpların dörtte birinin subaylardan oluştuğunu gösteriyor. Bunların arasında, azımsanmayacak şekilde, 63 bölük komutanı bulunuyor.
Yaralı asker sayısı da oldukça fazla. Bu, muazzam sayıda kayıp anlamına geliyor ve daha az deneyimli personelin terfi ettirilmesi zorunluluğunu beraberinde getiriyor.
İsrail ordusu, sahada genç komutan havuzunun önemli bir kısmını kaybetmiş durumda.
Kayıpların üçte biri yedek askerlerden oluşuyor ve bunların çoğu aile sahibi kişiler. Yedek askerler üzerindeki benzeri görülmemiş bu yük ve ultra-Ortodokslara kıyasla göze çarpan ayrımcılık, sert tepkilere neden oldu.
Ancak bu tepkiler şu ana kadar etkili bir kamuoyu ya da siyasi protestoya dönüşmedi. Bu durum, hükümetin istikrarı için büyük tehditlerden biri.
Gideon Sa’ar’ın muhalefetten ayrılarak hükümete desteğini açıklamasının ardından, şimdilik koalisyon oldukça istikrarlı görünüyor.
Bu tahammül edilmez durumun sarsılması, belki de yalnızca yedek askerlerin başlatacağı bir girişimle mümkün olabilir.
Tıpkı Yüzbaşı Motti Aşkenazi’nin 1973 Ekim Savaşı’nın ardından yaptığı gibi. Aşkenazi, başarısız ilk hükümetin düşmesiyle sonuçlanan bir protesto dalgasına öncülük etmişti (bunu üç buçuk yıl sonra hiziplerin liderliğindeki hükümetin çöküşü izlemişti).
Siyasi koşullar tamamen değişmiş olsa da nihayetinde, yalnızca benzer bir girişimin –gerçek bir öfke ve temel bir adaletsizlik duygusuna dayanan bir hareketin– bu ikinci başarısız hükümetin güvenliğini sarsabileceği ihtimali göz ardı edilemez.
Çeviri: YDH