Önce vatan hainleri bertaraf edilmelidir ki…

Mehmet Ocaktan

Tarihi tecrübelerin bize öğrettiği gerçeklerden hareket ederek söylemek gerekirse ‘korku’, toplumlarda sosyal motivasyonu güçlendirdiği gibi, insanların zihin dünyalarını ele geçirerek en hayati ihtiyaçlarını gölgeleme, geri plana itme kabiliyetine de sahip bir kavramdır.

Tıpkı, bir korku sembolü olarak anılan McCarthyizm’de olduğu gibi bugün de insanların zihinleri ‘korku’ üzerinden yönlendirilmektedir.

Bilindiği gibi “İkinci Kızıl tehlike’ olarak da anılan McCarthyizm, adını ABD senatörü Joseph McCarthy’den almaktadır. Bu dönemde, çeşitli durumlardan ötürü pek çok insan komünist ya da komünist duygudaşı olmakla suçlanmış, özel ve devlet kurumlarınca saldırgan soruşturmalarla karşı karşıya kalmışlardır. Ve insanlar işinden kovulmuş, tutuklanmalara maruz kalmıştır.” (Vikipedi)

Tarihteki bütün despotik yönetimler ve diktatörler, rejimlerini hep bu korku üzerine bina etmişler ve toplumlarına büyük acılar yaşatmışlardır.

Bu korku ikliminin tarihteki en simgesel örneklerinden birisi, 15. Yüzyıl İspanya’sında yaşanmıştır. Biliyoruz ki o gün “Biz bize benzeriz” mottosu üzerinden işleyen ‘kuşkucu’ mekanizma, Müslüman ve Yahudi avıyla sonuçlanmış, insanlar evlerinden, yurtlarından edilmiştir. Franko’nun karanlık rejimi de bu korku sosyolojisinin bir ürünüdür.

Günümüzde Müslüman ülkeler dahil, bütün antidemokratik rejimlerin icat ettikleri en elverişli kavram ‘vatan hainliği’dir. Bu konuda hiçbir zaman elle tutulur bir gerekçe ortaya konulamasa da muazzam bir propaganda eşliğinde toplumların iktidar etrafında kenetlenmesi sağlanmıştır.

Kuşkusuz ‘korku’ ve ‘hainlik’ mottosu üzerinden oluşturulan propaganda mekanizması, özellikle geçmişte emperyal ülkelerin tasallutuna maruz kalmış ve bu yüzden de derin travmalar yaşamış Müslüman ülkelerde çok daha etkili olmuştur.

Bu bağlamda büyük bir bölümünü Müslüman ülkelerin oluşturduğu Üçüncü Dünyacı bütün despotik rejimlerin en önemli besin kaynağı din ve belli ideolojik kutsallardır. Hepsinin de de en temel hedefi, iktidarlarını tahkim etmektir. Haliyle bu rejimler, dış düşmanlar ve bunların içimizdeki ‘hain’ uzantıları tarafından kuşatılan ülkenin bekasını savunan tek iktidar olduklarını kitlelerin zihnine nakşetmeyi öncelikli bir görev olarak bellemişlerdir.

Bu tarz despotik yönetimlerin iktidara geldiği ülkelerde ekonomik krizler olağan hale gelmiştir, gelir dağılımı adaletsizliği had safhadadır, yaygın insan hakları ihlalleri yaşanmaktadır, ifade hürriyeti, temel hak ve özgürlükler, basın özgürlüğü, örgütlenme ve gösteri hakları bulunmamaktadır. En önemlisi de demokratik hukuk devleti olamadıkları için insanların ‘hukuk güvencesi’ yoktur.

En temel meselelerde böylesine derin problemler yaşayan rejimlerin elindeki en kullanışlı argüman, bir başka deyişle toplumu kendi iktidarları etrafında kenetlemenin en kestirme çözümü, ‘vatan hainleri’nin bertaraf edilmesidir.

Kuşkusuz Türkiye, en azından şimdilik despotik yönetimler parantezi içinde yer alan bir ülke değil. Ama giderek otokrat karakteri güçlenen bir ülke olduğu da muhakkak.

Mesela bizde de iktidar, tıpkı Üçüncü Dünyacı ülkelerde olduğu gibi ekonomik krizin, yoksulluğun ve gelir adaletsizliğin müsebbibi olarak ‘dış güçler’i ve içerideki uzantılarını göstermektedir. İktidarın otokrat karakteri güçlü olduğu için de kimse çıkıp, “Bütün güç elinizde, neden ekonomik krizi çözemiyorsunuz, neden sokaklarımıza mafya ve çeteler hakim, neden hastanelerimiz bebeklerin bedenleri üzerinden hırsızlık yapan çetelerin tasallutu altında“ diye sorma cesareti gösteremez.

Maalesef bu tür ülkelerde iktidarı elinde bulunduran yönetimler ve özellikle de otokrat liderleri, canları istediğinde demokrasiyi askıya almak gibi bir ayrıcalığa sahiptirler.

Şu günlerde, bu konuda adeta bir laboratuvar özelliği taşıyan bir ülke var, Tunus… Otokrat liderlerin, toplumlar için nasıl bir tehlike oluşturduğunu anlamak açısından çok çarpıcı bir örnek.

Bilindiği gibi, Tunus’ta 2019 yılında yapılan seçimlerde cumhurbaşkanı seçilen Said, daha sonra başbakanı görevden alıp, kendi yazdığı anayasa ile yetkilerini neredeyse sınırsız hale getirdi. Ekim ayında yeniden cumhurbaşkanı seçilen Said, kendisinin de iktidar olmasına katkı sağlayan ekonomik krizi çözemedi ama kurduğu otoriter yapı ile muhaliflere göz açtırmıyor. Ekimdeki seçimler öncesinde kendisine rakip olan Ayachi Zammel 14 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapishaneler muhalifler, gazeteciler, avukatlar ve sivil toplum örgütü temsilcileri ile dolmuş durumda.

Tunus derin bir ekonomik kriz yaşamasına rağmen, Said İsrail’in Gazze’deki soykırımını ustaca kullanarak ekonomik krizi ve yolsuzlukları perdelemeyi şimdilik başarmış bulunuyor. Öyle ki Tunus’un “Siyonistlerle savaş durumunda’’ olduğunu söyleyerek despotizmini rahatlıkla unutturabiliyor. Galiba Müslüman toplumların bu kaderi hiç değişmeyecek…