PKK ve Türk solcuları (1) Silâh ve şiddet fetişizmiyle dolu otuz yıl
[3-4 Mart 2025] Bazen derslerimde yan pistlere girerim. Geçenlerde, galiba ilk dönemin sonlarıydı, küçük bir sınıfta “hocam, en sevdiğiniz [Türk] şair kim” diye sordu birileri. Beğenmek ve sevmek farklı olabilir dedim (demeye çalıştım). Beğenmek ve öğrenmek, yararlanmaksa, Nâzım Hikmet tabii. Başka şeyden değil, sadece Memleketimden İnsan Manzaraları’ndan söz ediyorum. Muazzam bir duvar resmi âdetâ. Meksika müralistleri gibi. Diego Rivera’nın şiir karşılığı. Hayat ve insan anlayışı çok derin. Topluma ve 1900-1940 Türkiye’sinin “kültürel mahremiyet”ine nüfuzu benzersiz. Hem en büyük şairi, hem en büyük romancısı Türk edebiyatının. Ama sevmek derseniz, Cemal Süreya sanırım. Başkadır içtenliği. Sahiciliği. Yer yer korunaksızlığı. Ruhumda taşırım.
“Karangu, acayip, asyalı bir aşk”ın “kısa ve korkunç hükümdarlığı”ndan söz eder Cemal Süreya, Ülke’sinde (1). İlk ağızda, müthiş bir karakterizasyonudur Şarkın aşk anlayışının (en azından şiir, müzik ve edebiyattaki haliyle). Ama zamanla, hayat tecrübeme göre daha geniş anlamlar da kazandı. 60-50-40 yıl öncesini düşünüyorum da, sanırım ancak bu tür mistik, esrarengiz sözcüklerle, karangu, acayip, asyalı bir aşk diye tarif edilebilir, bizlerin, bizim kuşakların 1960’lardan 80’lere devrimle, devrimci şiddetle, silâhlı mücadeleyle yaşadığımız. İnsanı esir alan, dışına çıkılması zor duygu duvarları içine hapseden, alabildiğine irrasyonel bir tutkuydu. Bu fantazmagoriden vazgeçilmesi için berbat yenilgiler, korkunç acılar yetmedi. Alttan alta sürdü. Tortusu onyıllar boyu PKK hayranlığına taşındı.
Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 çıkışıyla başlayan yeni çözüm arayışı, Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025’te PKK’yı silâh bırakma ve kendini feshetmeye çağırmasıyla, varması gereken ama varmayacağından korkulan noktaya ulaştı. Görünen o ki, toplumun çoğunluğu bu gelişmeden yana. Karşıtları, beğenmezleri, illâ kavga diyenleri yok değil. Alper Görmüş, Öcalan’ın PKK’ya yaptığı ‘şehâmet’ aşısı bu defa tutacak gibi; şimdi devletin şehâmetini ölçeceğiz (1 Mart) yazısında geçmişin akılsızlıklarını hatırlatırken, ister istemez hâlâ mevcut tuzak ve tehlikelere de dikkat çekmiş oluyor. Gülçin Avşar Yeniden kale duvarını aşabilmek’te (2 Mart) istemezükçü hezeyanları daha etraflı eleştiriyor. Bu meyanda, ulusalcılığın ne yaptığını bilmezliğine parmak basıyor. Ama ulusalcılığın içerdiği solculuk damarına değinmiyor (2). Daha genel olarak, kendilerini sol diye tanımlamayı sürdüren solcuların (parti, grup, mahfil, mecra veya kişilerin) bütün bu olup bitenleri nasıl karşıladığına dair pek bir şey yansımıyor kamuoyuna. Böyle bir tartışma yok gibi. Oysa silâh ve siyaset (ve savaşçı örgütlenme ve barışçı örgütlenme) konusunda PKK’nın geldiği nokta, Türk solunun hayli geniş kesimleri için de (ki daha çok Dev Genç, Dev Yol, Dev Sol ve Aydınlık (Maoculuk) geleneklerinden söz ediyorum), kendilerine ve geçmişlerine nasıl baktıkları bakımından önemli olmalı. Hem tarihçeleri, hem PKK’ya nasıl baktıkları açısından. Kıvırtılamaz, etrafından dolaşılamaz, es geçilemez artık. Zira Öcalan’ın 27 Şubat çağrısı, yıllardır söylemediklerini, kabullenemediklerini yüzlerine vuruyor.
Gerçek şu ki, neredeyse elli yıllık bu son Kürt hareketi daha hiç sahneye çıkmadan önce, Türk solunun kendisi tırmandırdı yıllar boyu, devrim ve devrimci şiddet fetişizmini. Çeşitli kaynaklardan türedi bu takıntı. Bir yönüyle, 1960’ların başlarında uçveren gençlik ve sonra diğer kitle hareketleri, hemen derhal bir şiddet sarmalının içine çekilmek istendi. Mazeret ararsak, çok buluruz. Provokasyon tabii olacak. Mesele provokasyona gelmemekte. Evet, karanlık derin devlet eylemleri düzenlendi. Kanlı Pazarlar örgütlendi. Nişan alıp öğrenci vuran ve soruşturulmayan polisleri, giderek bu amaçla örgütlenen Ülkücülerin yükselen tahrik ve saldırıları izledi. Karşılığında, solcu gençlik de militanlaşmaya, silâhlanıp fakültelerde, okullarda, mahallelerde, yollarda, kahvelerde kendini savunmaya, hattâ benzer biçimde karşılık vermeye itildi. Bir düello mantığı doğdu. Siyasî miyopluk aldı yürüdü. Hemen bütün “liderler” (ki alt tarafı 20-25 yaşlarındaydı) bugünden yarına yaşamaya, bu işin sonu ne olur, sokak çatışmacılığı nereye varır, bundan kim yararlanır diye durup düşünmemeye saplandı.
Bu sürüklenişte, gençliğin tecrübesizliğiyle birlikte öksüzlüğü ve kimsesizliği de büyük rol oynadı. Güçlü ve olgun bir demokratik sol yoktu Türkiye’de, ağırlığını barışçı siyasetten yana koyacak. Tersine, hırs, hamlık, bencillik ve ihtiras bölünmeleri kol geziyor; ortada manevî otorite diye bir şey bırakmıyordu. TİP daha yeni kurulmuş ve ancak 1961’de Mehmet Ali Aybar’ı genel başkan seçmiş, 1965’te Millî Bakiye sistemi sayesinde 15 milletvekili çıkartıp Meclise girebilmişti. Ama bu da bir parlamenter mücadele kültürü oluşturup hakim kılmalarına yetmedi. Yeniyetmeliklerinin ve daha bir yığın faktörün yanısıra, kendilerini Türkiye solunun asıl sahibi sayan bir alternatif de vardı karşılarında: Eski Tüfekler (3). 1951-52 Türkiye Komünist Partisi tevkifatında Şefik Hüsnü etrafında toplanmış, cezalarını yatıp çıktıktan sonra yurtdışına gitmeyip Türkiye’de kalarak (sürekli polis takibi altında) informel bir mahfil oluşturmuşlardı (4). İdeolojik bakımdan gayet doktrinerdiler. Şefik Hüsnü, sonra Reşat Fuat Baraner, sonra Mihri Belli önderliğinde, Leninizme sadıktılar. TİP’e ise, kendilerinden bağımsız bir oluşum ve Aybar önderliğinde (komünizme değil) İkinci Enternasyonal sosyalizmine kayabilir diye, hegemonik kıskançlık ile ideolojik gerekçelerin birbirine karıştığı bir şüphecilikle bakıyorlardı. Gene de başlangıçta desteklediler, ama 1965 seçimlerinde kazandığı özgüven yüzünden artık kontrol edemeyeceklerini düşündükleri Aybar’la giderek karşıtlaştılar, kutuplaşma içine girdiler. Bu kutuplaşmanın gerekçesini de “sosyalist devrim–millî demokratik devrim” tartışması oluşturdu. Buna göre, TİP liderliği önce sosyalist devrim diyor; buna karşılık Komintern Marksizmi, Türkiye gibi “yarı-sömürge, yarı-feodal” ülkelerde (bu da aslında zaman aşımına uğramış bir diğer dogmatizmdi), önce emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı bir mücadele verilmesini ve zaferden sonra sosyalizm aşamasına yürünmesini öngörüyordu.
İtiraf etmeliyim ki 60’lar ve 70’lerde her iki tarafta büyük bir heyecan ve inanmışlıkla yaşanan bu polemikler, bugün Ortaçağ Hıristiyanlarını düşündüren meleklerin cinsiyeti sorunu (5) kadar uzak geliyor bana. Tarih Marksist reçetelere göre değil, kimsenin ummadığı, öngörmediği kıvrımlarla gelişti; bilmediğimiz, tanımadığımız dinamikler sahne aldı; ne sosyalist devrim, ne millî demokratik devrim gerçekleşti; sonuç, “sınıfsız toplum”a giden yoldaki alt-aşamalardan çok farklı oldu. Sadece şu noktanın altını çizeyim: Sathın altında, önce sosyalizm mi, önce millî demokratik devrim mi değildi mesele. Aslında devrim (yani şiddete dayalı devrim, yani ihtilâl) mi, barışçı demokratik siyaset mi tartışılıyordu. Çünkü Aybar’ın önce sosyalist devrim derken bütün kastettiği, TİP’in seçimle iktidara gelmesiydi. Seçimle iktidara geleceğiz ve Amerikan emperyalizmini ülkemizden öyle kovacağız diyordu. Leninizme uymayan ve Mihri Belli’yi kızdıran da buydu; “burjuva” parlamentarizmiydi. Bun karşılık illâ millî demokratik devrim derken, vurgu Marksist anlamda devrim (revolution), yani sınıfsal iktidarın şiddet yoluyla el değiştirmesi üzerindeydi. Dar anlamda bir halk devrimi de olabilirdi, Nâsırcı veya Baasçı Arap Sosyalizmi örneklerindeki gibi “ilerici” bir darbe de. Önemli olan, 1960’lar ve 70’lerde yaşanan millî kurtuluş mücadelelerine asimile edilebilir olması ve Amerikan emperyalizminin nüfuz alanından kopmaya yaramasıydı.
Evet, bu da üçüncü önemli noktaydı; uluslararası ortamdı ve genç Türk solcularının gelişen silâhlı mücadele hayranlığında çok belirleyici bir rol oynuyordu. 1960’larda bütün dünyada bir sol yükseliş yaşanmaktaydı. Bu da bizatihî sosyalizmin prestijinden değil, anti-emperyalizm dalgasının kabarmasından kaynaklanıyordu. Madalyonun bir yüzünde, Kruşçev (1953-1964) ve sonra Brejnev (1964-1982) dönemindeki Sovyetler grileşip donuklaşıyor; Macaristan’ı (1956) ve Çekoslovakya’yı (1968) işgal edip, Doğu Avrupa’yı zorla bir arada tutuyor; “anti-Sovyetizm” gerekçesiyle Boris Pasternak’ı 1958 Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetmeye zorlarken, Sinyavsky-Daniel dâvâsıyla birlikte (1966) rejime aykırı düşen yazarları bundan böyle sırf entellektüel ürünlerinden ötürü suçlanıp yargılanabilir kılıyordu. Bunlar giderek belirginleşen bir inişin işaretleriydi.
Ama madalyonun diğer yüzünde, 1950’ler ve 60’lar büyük bir dekolonizasyon çağıydı. Eski sömürge imparatorluklarına mensup ülkelerin bir kısmı (aslında çoğu) barışçı denebilecek yollardan bağımsızlıklarına kavuşurken, Fransa’ya karşı Cezayir’de, gene Fransa’ya ve sonra ABD müdahalesine karşı Vietnam’da, Portekiz’e karşı Angola ve Mozambik’te süren silâhlı mücadeleler, 1959 Küba Devrimi’nin beklenmedik başarısıyla da birleşerek destansı boyutlara ulaştı. Ortalık millî/ulusal kurtuluş cephelerinden geçilmez oldu. Kâh İngilizce kâh Fransızca kısaltmalarıyla NLF’ler (National Liberation Front) veya FLN’ler (Front de Libération Nationale) her yerde örnek alındı, evrensel bir modele dönüştü, özellikle Küba ve Vietnam üzerinden (Che Guevara gibi kahramanların ve Régis Debray gibi yüzeysel yarı-teorisyenlerin de etkisiyle) bir “teknik” olarak gerilla savaşının yenilmezliği efsanesi doğdu.
İşte bu sonuncusu, çok kritik bir zihinsel sıçramaydı, feci bir yanılsamaydı ve nice kuşakların felâketi oldu. Türkiye’de, 1960’ların genç öğrencileri gözlerini siyasete açtı — ve ilk başta özetlediğim şiddet tuzağıyla karşılaştı. Üzerine, Eski Tüfekler dolayımıyla Komintern Marksizminin hegemonik teorisizmi bindi. Üzerine, bu anti-emperyalizm ve silâhlı mücadele umudu bindi. Barışçı olması gereken hak mitingleri ve protesto gösterileri, Ho Ho Ho Şi Min / İki, üç, daha fazla Vietnam / Ernesto’ya bin selâm tezahüratıyla inlemeye başladı. Devrimi çocuk oyuncağı zannettiler. Zannettik. “Burjuva iktidarları zaten artık her yerde çürük ve zayıftır. Hele azgelişmiş ülkelerde büsbütün böyledir. Dağa çıkar, yağmur ormanına girer, ücra köşelerde küçük bir gerilla foco’su kurarsın. Vur-kaç eylemlerine başlarsın. Seni takibe gelen askerî güçleri imha edersin. Devletin kofluğu ortaya çıkar. Yoksul köylüler etrafında toplanır. Şehirlere girer ve kazanırsın.” Böyle bir halksız gerillacılık hikâyesi kurgulandı. Marksist terimlerle konuşacaksak, uzun yıllar boyu sabırla kitle çalışması yapmanın yerini, doğrudan ve kestirmeden silâh aldı. Bakın en başa koyduğum armalara; dönemin en popüler sembolü AK-47 (kalaşnikov) oldu. Tupamarolar, Sandinistalar, Zapatistalar, Sendero Luminoso ve benzerleri, romantik savaş hayranlığını körükledi. FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü 1964, Yaser Arafat 1969), FHKC (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi 1967, George Habaş), FDHKC (Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi 1969, Naif Havatme), Filistin’in hemen tamamen solun dâvâsı olduğu bir dönemi simgeledi. Kır gerillası yetmedi; şehir gerillası da olabilir dendi. 1970’te İtalya’da Kızıl Tugaylar (Brigate Rosse) ve Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Armee Fraktion; Baader-Meinhof Grubu), 1971’de Japon Kızıl Ordusu (Nihon Sekigun) ortaya çıktı. Bu genel furya içinde, Türkiye’de de aynı 1970 yılının Aralık ayı, biraz da birbirleriyle rekabet ve yarış içinde, bir yanda Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının THKO’sunun (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu), diğer yanda Mahir Çayan ve arkadaşlarının THKP-C’sinin (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) kurulmasına tanık oldu. Sonraki onyıllarda Acilciler ve MLSPB gibi alt-hizipleri çıktı. Maocu akım ise TİİKP adıyla (Türkiye İhtilâlci İşçi-Köylü Partisi), kendi çılgın maceracılığında, görünüşte klasik Marksizmin “sınıf” ve “parti” kavramlarına formel açıdan daha sadık kaldı.
Böyle şablonlar dizildi peşpeşe. Ve sonrasında da hiçbiri kendini bu modelcilik, taklitçilik, kalıpçılık dogmatizminden kurtaramadı. Bıraktık, kendi ülkemizi, toplumumuzu tanıma çabasını. Bıraktık, sırf günlük hayatımızda edindiğimiz gözlem ve tecrübe birikimlerinin dahi bir parça üzerinde düşünmeyi, “somut şartların somut tahlili”ne hiç olmazsa buradan başlamayı. Teori tokuşturmaya kapandık. Şiddete dayalı devrim ve halk savaşı, tamam, elde var bir de, doğru halk savaşı nasıl olur acaba? Kübacı-Guevaracı mı olalım, Vietnamcı mı, Çaru Mazumdarcı mı? Ne gerillası; Türkiye’de olmaz bu; hem zaten şiddete dayalı devrim doğru mu bakalım – diyemedik hiçbir noktada. Kesin bir çizgi çekemedik, bütün bu saçmalıklarla aramıza. Yiğitliği çizdirmemek uğruna, fraksiyonlar-arası radikalizm yarışlarından kendimizi alamadık. Kimimiz kendimizi Nurhak’lara, kimimiz Kızıldere’lere, kimimiz Söke’lere vurduk.
Sonuç malûm. Türk solu 1971’de bir yenildi ve ezildi. 1980’de tekrar yenildi ve ezildi. Bitti. Bütün olumsuzlukları yeni gelişen Kürt hareketine miras kaldı.
—————————-
DİPNOTLAR
(1) Kelimesi kelimesine: Şu karangu şu acayip şu asyalı aşkın / Soluğu kesen ağulayan ormanlarında / Yaşadım o kısa ve korkunç hükümdarlığı…
(2) Kanımca bu vülger solculuk damarı başlıca iki şekilde tezahür diyor: (a) devletten, iktidardan gelen her şeye a priori karşı olmak; (b) PKK’nın bu sonu kabullenmesine içten içe hayıflanmak — ama tabii silâhlı mücadeleyi savunmak (yani terör propagandası) anlamına geleceği için bunu açıkça söylyemeyip, huysuzluğu dağa taşa vurmak.
(3) Mihri Belli’nin, Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Yön dergisinde TİP’e ve Aybar’a saldıran ilk yazısına koyduğu E. Tüfekçi (= Eski Tüfekçi) imzasından ötürü, topluca böyle anılıyorlardı.
(4) Tevkifat ve duruşmalar sırasında hapishanede yaşanan bölünmde azınlıkta kalan Zeki Baştımar ve yakın arkadaşları ise, serbest kaldıktan sonra yurt dışına çıkıp, 1933’ten beri Sovyetlerde yaşayan İsmail Bilen (Laz İsmail) ile birleşerek TKP’yi Doğu Almanya’ya taşıdı ve Merkez Komitesi Dış Büro otoritesi altında yeniden canlandırdı.
(5) Örneğin bkz Joseph S. Catalano, The Saint and the Atheist: Thomas Aquinas and Jean-Paul Sartre (2021), bölüm 13 (Half-Time: The Battle over the Sex of Angels); üstelik Catalano, 15. yüzyılda Bizans âlimlerinin Osmanlılar kapıya dayanmışken hâlâ meleklerin cinsiyeti ile uğraşması ile Stalin döneminin Hitler saldırısı öncesindeki mantalitesi arasında bir paralellik kuruyor.
*****
PKK ve Türk solcuları (2) “Adam öldürmeyi oyun mu sandın?”
[5-6 Mart 2025] Yılları Tek Parti yönetiminde, sonra gene yılları polis takibi ve dinlemesinde geçtiğinden derin savunma refleksleri peydahlamıştı; kendince çok hassas saydığı konularda, 1965 sonrasının sarhoş edici (ve kıymetini bilemediğimiz) özgürlük ortamında, hattâ evinde ve oğluyla dahi böyle müphemiyetlere başvuruyordu. “Onlar, berikiler” diye kastettiği Kürtlerdi tabii. Benim bütün bildiğim bir sınıf terminolojisiydi: sömürü, toprak, ağalık, yoksul köylülük, mütegallibe, tefeci-tüccar sermaye, rençberlik, yarıcılık, marabalık, ürün-rant, emek-rant. Emekçi sınıfların ayaklanması için bunlar yeter sanıyordum. Karşımdaki insan ise, 1925 Şeyh Sait ve 1937-38 Dersim isyanları da dahil, güçlü bir merkezî devlete karşı ayaklanmanın ne kadar özel şartlara bağlı olduğunu; böyle sınıf-ötesi koşulların Türkiye’de ancak ezilen ve kalabalık bir etnik grubun asabiyesiyle, kendine özgü iç dokusu ve dayanışmasıyla sağlanabileceğini bilerek, sezerek konuşuyordu.
Tahmin ettiği gibi de oldu. Bir kere, Türk solu Kürt sorununun bilincine vardı. Daha doğrusu, tekrar bilincine vardı. Bir, çok uzun süre Kemalizmin gölgesinde yaşamışlardı. İki, bu en kritik meseleye el atmanın tehlikesinin farkındaydılar. Üç, gerilik, feodallik, ağalar, din, şeyhler ve aşiretler dışında bir Kürt realitesi düşünemiyorlardı (1). Ama bu zihniyet 1960’ların ikinci yarısında hızla değişmeye başladı. Örneğin Türkiye İşçi Partisi 1967 yılı içinde bir dizi Doğu Mitingi düzenledi: 16 Eylül’de Diyarbakır, 24 Eylül’de Silvan, 1 Ekim’de Siverek, 8 Ekim’de Batman, 15 Ekim’de Tunceli. Sonuncusu, 22 Ekim’de doğrudan doğruya Doğu Mitingi adıyla yapıldı. TİP’in Aybar, Behice Boran, Nihat Sargın, Kemal Burkay, Tarık Ziya Ekinci gibi önde gelen isimleri, Türk ve Kürtleri sınıfsal bazda ortak bir “bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm” mücadelesine çağıran yazı ve konuşmalarıyla, bu alandaki tabuların kırılmasında önemli rol oynadı.
Ama TİP bile bu yaklaşımın gerektirdiği dikkatli ve temkinli makuliyet içinde duramadı. Geçen yazımda anlatmaya çalıştığım gibi, her alanda aşırılığın tırmandığı, özellikle gençlerin “devrimin eli kulğında” fütursuzluğuyla davrandığı, çığrından çıkmış yıllardı. Nitekim Doğu Mitingleri’nin yanısıra yükselen sol gençlik hareketi de ister istemez Kürt gençleri içine çekti. Marksizm, devrim, sosyalizm, anti-emperyalizm ve silâhlı mücadele fikirleri, batıda aynı üniversitelerde okuyan Kürt gençler arasında da yayıldı ve bunlara, Kürtlere özgü hak talepleri eklendi. Gençlik “ultra”lığı TİP’in etkisinin önüne geçti (ve hattâ TİP’i de olumsuz etkiledi); Türk solunda yaşananlara tıpatıp paralel bir radikalleşme ve fraksiyonlaşma sürecine yol açtı. 1969’da, FKF’nin (Fikir Kulüpleri Federasyonu) ve sonra Dev-Genç’in (Devrimci Gençlik Federasyonu) karşılığı diyebileceğimiz DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) kuruldu. Ve gene aynen genç Türk solcuları örneğinde olduğu gibi, kendi içinden çeşitli hizip ve mahfiller çıkardı. Kawacılar, Şıvancılar, Beş Parçacılar, Komal, Rızgari, Özgürlük Yolu gibi gruplar oluştu. Kawa neredeyse kurulur kurulmaz (Maocu) Dengê Kawa ile (Enver Hocacı) Red Kawa arasında ikiye bölündü. Kürt radikalizminin zuhuru, Türk sol fraksiyonlarını da ek bir tırmanışa itti: kim daha Kürtçü olacak? Ankara’nın, İstanbul’un göbeğindeki mülti-fraksiyonel mitinglerde örgüt komiserlerinin işaretiyle Azadiya Kurdara (Kürtlere Özgürlük) diye bağırma yarışları başladı.
Bu ortamda, bir de Apocular vücut buldu. Ankara SBF’den ayrılan küçük bir grup genç, 1970’lerin başlarında gidip güneydoğuda yerleşti ve apayrı bir çekirdek olarak faaliyete geçti. İdeolojileri, Maoculuk ile Kürt milliyetçiliğinin bir karışımıydı. Kürdistan’ın sömürge olduğunu ve ancak kırsal alanda örgütlenen bir halk savaşıyla kurtulabileceğini savunuyorlardı. Çok orijinal değildi bu; bir bakıma, Mahir Çayan’ın “emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi” ve “gizli işgal” teorilerinin Kürt karşılığıydı. Ama etnik kimlik ve aidiyetlerinden sonuna kadar yararlanmalarını sağlıyordu. Gerilla heveslisi kesilen Türk gençlerinin Türk ortamında yapamadığı şeyi yaptılar: Kürt bölgesinde Kürt oldukları için tutundular. Bütün propagandalarını çok keskin bir Türk-Kürt ayırımı üzerine kurdular. Yerel ilişkileri sayesinde, başından itibaren barınma, saklanma, gizli çalışma olanağına kavuştular.
İkinci büyük avantajları, başka hiç kimsenin göze alamadığı, hattâ tahayyül edemediği boyutlarda şiddete, cinayete, öldürmeye, kan dökmeye yatkınlıkları oldu. Genişçe bir parantez açacağım bu noktada. Farklı ve çok üst seviyede bir şiddet kültürü ve örgütlenmesini temsil eden bir grup, buna hiç hazır olmayan, daha önce böyle bir şey görmemiş ve tanımamış ortamlarda giriverirse, ne olur bunun sonuçları? Böyle felâketler var tarihte. Ünlü Fin paleontologu Björn Kuerten (1924-1988), Dance of the Tiger (1978; Kaplanın Dansı) ve Singletusk (1986; Tekdiş) adlı prehistorik bilim-kurgu romanlarını, kendi hallerinde barış içinde yaşayan Neandertallerin ansızın çok daha savaşçı Homo sapiens’lerle karşılaşması üzerine kurmuş. 19. yüzyılda böyle gerçek bir olay Güney Pasifik’te, Yeni Zelanda açıklarındaki Chatham Adaları’nda yaşandı. Bu küçücük adaların o sıradaki sâkinleri, nüfusu 2000’i ancak bulan Moriori kavmiydi. Geçmişte kendi aralarında patlak veren kanlı çatışmalara karşı, 16. yüzyıl ortalarında tamamen barışçı bir yaşamı öngören Nunuku Yasası’nı benimsemişlerdi. Bunu içselleştirmiş, avcılık ve toplayıcılıkla geçiniyorlardı. Derken Yeni Zelanda’dan tüfekleri, topuzları ve baltalarıyla silâhlı iki Maori kabilesi geldi ve 1835-1863 arasının Moriori Soykırımı diye bilinen olayda, bu savunmasız halkın tam anlamıyla köküne kibrit suyu ekti. 1096’da Birinci Haçlı Seferi’nin Kudüs’e varışı da, İspanyolların Aztek (1521 Cortés) ve İnka (Pizarro 1532) imparatorluklarını yokedişi de böyle oldu. İlkinde Müslüman Araplar, ağır zırhlı Ortaçağ şövalyelerince; diğer ikisinde yerliler, conquistador’lar tarafından gafil avlandı. Şaşkına döndüler, çünkü bambaşka, tasavvurlarının fevkinde, hiç düşünemeyecekleri cüret ve acımasızlıkta bir savaş ve şiddet makinasıyla karşı karşıyaydılar.
Apocular da böyle bir etki yaptı, önce Kürt bölgesinde, sonra bütün Türkiye’de. THKO da, THKP-C de, Maocu ana akım da, bütün türevleri de bir bakıma sadece lâfını ediyordu halk savaşının. Hınçla (ve biraz melodramatik biçimde) sıkılmış yumruklar havalara kalkıyor, yeminler ediliyordu, evet. Kalaşnikoflar bayraklarda, armalarda yer alıyordu, evet. Ama herkes biliyor muydu adam öldürmek ne demektir? Herkes hazır mıydı, asker de olsa, polis de olsa, kim olursa olsun, hangi gerekçeyle olursa olsun, insan canı almaya? Katil olmaya – ve sonra bütün sonuçlarına katlanmaya? “Adam öldürmeyi, Hasan, oyun mu sandın / Mezar taşlarını, Hasan, koyun mu sandın / Drama mahpusunu, Hasan, evin mi sandın?” diyordu Balkanların ünlü eşkiya türküsü. Dâvâya bağlılık bu kadar güçlü müydü, mutlak mıydı genç Türk solcularının zihninde? Bırakalım devlet korkusunu; mânen, vicdanen buna yatkınlık söz konusu muydu?
Pek sanmıyorum. Ama işte bu, canalıcı yol ayrımıydı, Türk solculuğu ile Kürt solculuğu, ya da Kürt solculuğunun en ekstrem varyantı olarak Apocular (devamında PKK) arasında. Geriye bakınca çok net görülüyor ki, herhalde yaşadıkları özel etnik zulüm bakımından onlar çok hazırdı buna, daha 1970’lerin başları ve ortalarında. Türklerin hiç olmazsa parlamentosu vardı; sonra Atatürkçülüğün iyi kötü hâlâ süren ideolojik birleştiriciliği vardı. Kürtlerde ise yoktu hiçbiri. Kürdistan sömürge ise TSK da başka (emperyalist) bir milletin işgal ordusu demekti. Buna gerçekten inanıyor ve bu zeminde hınçlanıyorlardı. Şiddet örgütlerinin dışa karşı şiddet acımasızlığı ile içe karşı şiddet acımasızlığı elele gider. Bu kural tümüyle geçerliydi Apocular için, başından sonuna kadar. İlk andan itibaren Stalinist bir örgüt anlayışları vardı, en ufak otorite karşıtlığı, hiyerarşi karşıtlığı, ister içlerinde ister dışlarında farklı fikir ve çizgi olasılığı tanımayan. Nitekim devlete karşı dikey şiddetle değil, kendi çevrelerinde, Kürtler içinde, Türk-Kürt başka sol örgütlere karşı yatay şiddet kullanarak çıktılar yola. Gillo Pontecorvo’nun Cezayir Savaşı (1966) filminde vardır böyle bir motif. FLN, Cezayir kentinde ayaklanmadan önce kendine güvenli bir üs edinmek ister. Sığınabilecekleri ve asla ele verilmeyecekleri bir yer. Bunun için, “iç kale” anlamında casbah veya kasbah (kasaba) denilen Müslüman mahallesini, kendilerince şüpheli bütün unsurlardan temizlemeye koyulurlar.
Aynı şeyi Apocuların eylem çizgisinde de görüyoruz. PKK (Kürdistan İşçi Partisi), Öcalan ve en yakınındaki 21 kişi tarafından, 27 Kasım 1978 yılında Lice’nin Fis köyü veya mahallesinde kuruldu. 1978-1980 arasındaki ilk silâhlı eylemleri, önce başka sol örgütleri, 1979’dan itibaren de Siverek’te güçlü olan Bucak aşiretini hedef aldı. Dengê Kawa kurucusu Ferit Uzun’u da katlettiler bu çerçevede, çok sayıda Maocu TİKP’liyi de, Halkın Kurtuluşu mensuplarını da, başka solcuları da. Öldüre öldüre etraflarını temizlediler. Diğer sol örgütlere bölgeyi terkettirdiler. Kendilerine yer açtılar. Terör yoluyla bir alan hâkimiyeti tesis ettiler. Karşı durulmaz bir yerel otorite kurdular. Ancak 1984’tedir ki, Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla, devlete karşı büyük gerilla eylemlerini başlattılar. Bu dalga 1993’te doruğuna ulaştı.
Devamına ayrıca geleceğiz. Ama peki, Türk solcuları nasıl karşıladı bütün bunları?
——————–
DİPNOTLAR
(1) İsmail Beşikçi, Kürt sorununa duyarlı nadir bir Türk aydınıydı bu aşamada. Yapayalnızdı. Marjinal ve egzantrik sayılıyordu. Büyük bir entellektüel cesaret gösterdi. Akademik kariyerinden vazgeçti. Yıllarca hapis yattı. Geri adım atmadı. Saygıdeğer bir uyarıcı ve aydınlatıcı rol oynadı.