Modern iktisat tarihinin en tartışmalı kavramlarından biri mülkiyettir. Mülkiyet ile ilgili tartışmanın modern iktisada girişi tesadüfî değildir. Avrupa’da, feodalitenin olduğu dönemde insanların mülkiyet hakkı yoktu. Mülkiyet toprakla ilişkilidir ve toprağın da sahibi senyör ve Kilisedir. Senyör aynı zamanda toprak ve toprağın üzerinde yaşayanların da malikiydi. Yani mülkiyetin konusu hem toprak hem de toprağın üzerinde yaşayanlardı. Kilise ise, bir ara Kıta Avurpa topraklarının neredeyse 1/3’ne hakimdi.
Avrupa’da mutlakiyetçi idareler feodal düzende insanların kendi emekleriyle elde ettikleri hasılaya sahip olamadıkları için, mülkiyet bir problem olarak ortaya çıktı. Bu yüzden ister zirai kapitalizmi ister sınai kapitalizmi döneminde olsun, kapitalist iktisadın en çok üzerinde durduğu konu mülkiyet, mülkiyetin korunması, hukuki güvence altına alınması olmuştur. Hatta Batılı demokrasilerinin temelinin bu konuya dayandığını söylemek yanlış olmaz. Krala karşı senyörlerin, lordların haklarını korumak, Kilisenin kontrol ettiği toprakları sekülerleştirmek.
Sistem içi bir mahalefet olarak Marksizm ortaya çıktığında kapitalist iktisadın bu anahtar terimine ciddi bir eleştiri yöneltti. Eğer sorunun temelinde bu kontrolsüz ve güç temerküzünü sağlayan mülkiyet varsa, bu kapitalist iktisattan çıkmanın, adaleti ve sınıflar arasındaki dengeyi sağlamanın da yolu, daha doğrusu ezilen sınıfı iktidar yapmanın yolu mülkiyetin ortadan kaldırılmasından geçer, diye iddia edildi. Kısaca konu kapitalist, sosyalist ve marksistler arasında hep tartışma konusu olmuştur.
İslam dünyasına dönüp baktığımızda, İslam dünyasının bu tartışmalarla pek ilgili olmadığını görebiliyoruz. İslam ilk ortaya çıktığında mülkiyeti kabul etti. Fakat bu Batıdaki gibi hayli geniş topraklar üzerinde belli kişilerin haklarını garanti altına alan bir mülkiyet sistemi değildi, mülkiyetin özüne emeği yerleştirdi. Bu, diğerlerinden farklı bir mülkiyet tanımlamasıdır. Yani eğer mülkiyetin özünde emek varsa, emekle elde edilmiş olan maddi mal ve servete kişinin sahip olması söz konususuysa, bu bir haktır. Emeğe dayalı mülkiyet, emeğin hukuki tescili ve teyididir. İnsan mülkiyetini bir başkasına bağış (hibe) veya miras yoluyla devrettiği zaman aslında kendi emeğini de devretmiş olmaktadır.
Bu açıdan İslam’da mülkiyet var mı yok mu tartışmasına gelirsek; bana göre bu çok doğru bir tartışma değil. Müslümanların modern dünyaya ve kapitalizme alternatif olarak söyleyebilecekleri olan şey, emek ve adalettir. Başka deyişle iktisadi hayatın emek üzerinde cereyan etmesi maddi hasılasının korunması ve adaletin tesisiyle yakından ilgilidir. Fakat bu kuru bir mülkiyet tartışmasıyla anlaşılabilecek bir konu değildir. Üretim yapısının gözden geçirilmesi, üretim yapısının değiştirilmesi, bölüşüm mekanizmasının sorgulanması, harcama ve tüketim felsefesinin sorgulanması gibi konular yeterince vuzuha kavuşmadan genel iktisat konuları da anlaşılmaz.
Reklam
Konuyu tartışan taraftarlardan ister İslam’da mülkiyeti mutlaklaştırır vaziyette ve kapitalist iktisada yaklaştırır türünde mülkiyeti savunanlar, ister buna radikal bir biçimde karşı çıkanlar bu asli konulara yeterince önem vermiyorlar. Yani üretim yapısının, bölüşüm, harcama ve tüketim sisteminin değişmesi. İslam, kapitalizmden de sosyalizmden de farklı olarak bu noktalarda farklı bakış açılarına sahiptir.
Bakara 219. ayette “ihtiyaçtan fazlası” veya “ihtiyaçtan arta kalan”ın infak edilmesinden bahsediliyor.
Peki, ihtiyaç nedir diye sorduğumuz zaman burada modern iktisatla tekrar yüz yüze gelmiş oluyoruz. Modern iktisadın tanımı “insanın sınırsız ihtiyaçları ile tabiatın sınırlı maddi kaynakları arasında denge kurma bilimi demektir”. Tanımda büyük bir yanlışlık vardır. İnsanın ihtiyaçları sınırsız değil, sınırsız olan arzular, istek ve tutkulardır. Kapitalizm ihtiyacın yerine arzuları ikame ettiği için dengeyi korumak mümkün olmuyor. O zaman da mülkiyeti, parayı ve serveti mutlaklaştırmış oluyor, bundan çıkacak kaçınılmaz netice “homo economikus” denen tuhaf modern insandır.
Hakikatte kapitalizmi tek bir cümleyle tarif etmek gerekirse “sınırsız sermaye biriktirme eylemidir” diyebiliriz. Kur’an bakış açısından bu maddi eylem biçimine “kenz” denir, servetin üstüsüte yığılması. Böyle olunca kapitalizm ile İslam arasında bir yakınlık olmaz. Haciyat, tekmiliyat ve tahsiniyattan ötesine geçmeyi tahrimiyat sayan zühd bilincine sahip müslümanlar sınırsız sermaye biriktirmeye iyi gözle bakılmamışlardır.
Birkaç sebepten dolayı:
Bir, mülkün sahibi Allah’tır. Her şeyin gerçek maliki O’dur. Allah yaratıcı ve terbiye edicidir. Yani sen bir portakal bahçesine sahipsin fakat o portakal ağacının toprağının, güneşinin, havasının ve suyunun, söz gelimi portakalın meydana gelmesini, ürünün yetişmesini sağlayan ana unsurların yaratıcısı Allah’tır. O halde bir kapitalist gibi bu portakal bahçesinin veya bir buğday tarlasının maliki olarak kendini takdim edemezsin. Tabiat senin yararına sunulmuştur (teshîr), sen üzerinde sadece tasarruf hakkına sahipsin ve emanetçisin.
İkincisi, Münzel Şeriat’ın tayin ettiği meşru çerçeveyi takip etmek suretiyle servet sahibi olabilirsin. Servet edinmenin herhangi bir sınırı yok gibi gözüküyor da, sınırsız servet kenz olduğundan ve biriktirmenin tabiatından kaynaklanan sebepler dolayısıyla toplumun genelinin aleyhinde gerçekleştiğinden, buna hoş gözle bakılmamıştır.
İlaveten sahip olduğun serveti dilediğin gibi harcayamazsın. Burada da Müslüman bakış açısı kapitalizmden ayrılmıştır. Teorik olarak meşru yolları takip ederek kişi dilediği kadar servet sahibi olabilir, burada da komünizden veya sosyalizmden ayrılmıştır.
Hukuka dayalı adaletin ve dayanışmanın söz konusu olduğu bir Müslüman toplumda sınıf farkı olmaz. Gelir farkı olur, fark ise bir uçurum değil, üç aşağı beş yukarıdır. Yoksulla zengin arasında uçurumlar yoktur, birbirlerine yakındır. Sınıfın teşekkül edebilmesi için sınıflaşmanın tarihsel bir geleneğe dayanıyor olması lazım. İktisadi gelirin siyasi ve hukuki imtiyaza bir toplumda varolan sınıflaşmanın ikinci kriteri olarak rol oynar. Üçüncüsü de sınıflar arasında geçişgenliğin (seyyaliyet) olmaması lazım.
İslam noktai nazarından zenginken fakir, fakirken zengin olmak mümkündür. Müslümanların tarihinde Batı tipi sınıf olmamıştır. Zenginlik hukuki ve siyasi bir imtiyaz sebebi değildir. Bu açıdan da, bambaşka bir galaksiden söz etmiş oluyoruz.
Maalesef modern zamanlarda insanlar gayrımeşru yollardan, daha çok da kamu kaynaklarından istifade ederek, iktidarın ve yönetimlerin avantajlarından istifade ederek mal, mülk ve servet sahibi oluyorlar. Ve “biz üzerimizdeki farz olan zekâtı ödedik, istediğimizi yapabiliriz, harcayabiliriz” söylemine sarılıyorlar. Hayır, istediklerini yapamazlar. Zekât sınırsız ve sorumsuz harcamanın mazereti değildir; İslam fıkhı açısından zekatını vermiş olsa da, görgüsüzce, sorumsuzca harcama “sefih” hükmünde olup gerektiğinde malına el konur.
Zekâtın dışında da toplumun o servette hakkı vardır. Bu ihtiyaçtan arta kalanın yoksullara devredilmesi değil. Bu üretim yapısının, bölüşüm, tüketim ve harcama düzeninin İslami değer yargılarına göre tasarlanıp temel politikalar eşliğinde yürütülmesiyle ilgili bir meseledir.
Servetin elde edlimesi ve harcanmasıyla ilgili İslam’ın erken döneminde iki protip sahabe vardı: Biri Ebuzer el Gıfari, diğeri Abdurrahman bin Avf idi. Biri servet biriktirmeyi, israfı, gösterişi ve saray hayatını şiddetle eleştiriyor, diğeri yüzlerce, binlerce deveye sahip olunabileceğini meşru görüyordu.
Tarihi tecrübe bize gösteriyor ki, Müslümanlar arasında Ebu Zer de, Abdurrahman bin Avf da olacak. Burada kamu gücünün ikisi arasında denge kurması ve bunları birbirine yakınlaştırması beklenir ki, bu iktisatla ilgili temel politikalardan biri olmak durumundadır. Zühd ve takvayı esas alanlar açısından Ebuzer’in tasvir ettiği gibi bir iktisadi sistem kurmak ideal politiktir, arzu edilebilir bir ideal olsa bile. Belki elden geldiğince reel politiği Ebu Zer’in işaret ettiği ideale göre ayarlama çabası, cehdi içinde olmalı. Ama Abdurrahman bir Avf’ın dediği gibi, yani bütün Müslümanlar diledikleri kadar mal, mülk sahibi olacaklar ve Müslümanlık zenginlikle, servetle, refahla tanımlanacak, bu da ideal değildir. Çünkü aslolan refah değil felahtır.
İkisi de uç örnek kabul edilse de ikisi de bir gerçekliği ifade ediyorlar. Benim kanaatime göre Vasat ümmet bunların ortasıdır, dengedir. Vasat çizgide reel ideali neshetmez, ideal reeli denetimsiz bırakmaz.