Daha Arap Baharı eylemleri ilk ortaya çıktığında, bu hareketleri tanımlamak için devrim kavramının kullanılmasına itiraz ederek, bunların bir devrim değil, isyan hareketleri olduğunu söylemiştim.
Asef Bayat da bunları farklı nitelikteki toplulukların geçici olarak bir araya geldiği gayri hareketler olarak tanımlamıştı.
Zira ortaya çıkan eylemler belli bir paradigmatik dönüşümün gerçekleştirilmesinden ziyade otoriter rejimlerin hatta sadece otokratın değiştirilmesi gibi bir amaca matuftu.
Arap dünyasının bir değişim ihtiyacı içerisinde olduğu gerçeği bir yana, önemli olanın bunun nasıl bir değişim olacağı ve buna dair toplumsal bir hazırlığın olup olmamasıydı.
Birbirini tetikleyen isyan hareketleri ise bir yayılma istidadı taşısa da uzun soluklu ve kapsamlı bir toplumsal değişimin amaçlanmadığı ortadaydı.
Zira buna dair bir hazırlık sürecinden geçilmiş ve belli bir devrimci dönüşüm stratejisi üzerinden hareket edilmiş değildi.
En hazırlıklı olan İhvan-ı Müslimin olsa da, o da geniş toplumsal kesimleri kavrayacak yenilenmiş bir bakış açısından ve uzlaştırıcı niteliklerden uzaktı.
Dolayısıyla bu hareketler despotik yönetimlerden kurtuluşun ve kısmi iyileştirmelerin ötesinde, köktenci bir değişim ve bunun nasıl gerçekleştirileceğiyle ilgili ortaklaşılmış ve kapsamlı bir öneriye sahip değillerdi.
Yüzyıl öncesinin cemaatçi tezleri ise çağın gerçeklerini anlamaya ve buna matuf toplumsal talepleri karşılamaya yetmemekteydi.
Nitekim ortaya çıkan ayaklanmalar anlık alevler gibi parlayarak kısmi iyileşmeleri sağladılar ve bir süre sonra ise sönümlendiler.
Kaldı ki hiçbir devrim Suriye'deki son örnekte olduğu gibi askeri birliklerle ve yöntemlerle gerçekleştirilmez.
Devrimler, belli bir amaca yönelmiş, kendiliğinden ve eşgüdümlü bir biçimde hareket eden halk kitlelerinin ortaklaşa hareketiyle gerçekleşir.
Sadece yönetimi değil, hayatı ve hatta dünyayı değiştirmek gibi köktenci bir amaç peşindedir.
Suriye'de ise isyan süreci, ülkenin kendisine özgü nedenleriyle biraz uzadı ve yine buna bağlı bir biçimde de hızla sonuçlandı.
Sistemin 10 gün içerisinde çökmesi, isyancıların çabalarından ziyade rejimin hak etmediği ölçüde uzayan ömrünün kofluğuyla ilgiliydi.
Son kertede sürecin neredeyse hiçbir çatışmaya girişilmeksizin ve oldukça kısa sürede sonuçlanması, olayın öncesinde taraflar (ABD, Türkiye, İran, Rusya ve Suriye) arasında sağlanan bir uzlaşıyla rejimin yenilgisini kabul etmesi ve sessiz bir biçimde ülkeyi muhaliflere teslim etmeye rıza göstermesinden kaynaklanmaktaydı.
Bu çöküşle birlikte Arap dünyasının 60 yılı aşkın bir süredir en belirleyici siyasal hareketi olan Baasçılık da fiilen sona ermiş oldu.
Görünen o ki Baasçılığa son darbeyi vuran muhalif HTŞ ve YPG güçleri, isyanın başlangıcından itibaren geçen bu 10 yıllık süreç içerisinde ABD tarafından bu sonuca hazırlanmıştı.
Ve yine İsrail'in bir yıldır sürmekte olan vahşice saldırılarıyla ortam da bu güçlerin hareketi için uygun bir hale gelmişti.
İran ve Hizbullah etkisizleştirilmiş, karşı cephenin en güçlü aktörü Rusya ise Ukrayna'ya çekilerek tüm dikkat ve enerjisi oraya yoğunlaştırılmıştı.
Suriye'deki muhalif güçler ise bu süreç içerisinde ehlileştirilerek kendilerince olumlu bir biçimde değişime uğrasalar da, bunun kimi çevrelerin nitelemesinde olduğu gibi devrimci bir hazırlık süreci olmadığı açıktır.
Zira devrim uzun soluklu bir mücadele kadar paradigmatik bir dönüşümün gücünü ve geleceğe dair bir teklifi de içerir.
Bu örgütler ise entelektüel donanımdan yoksun, stratejik değil taktik deneyimleri haiz, aydınların değil de askerlerin yönetimindeki milis kuvvetlerdir.
Devrimci hareketler ise en belirgin örnekler olan Fransız, Rus ve İran devrimleri gibi, özünde uzun soluklu hazırlıklara dayanan, düşünsel ve ideolojik kadroları olan ve sadece kendi toplumlarını değil, dünyayı değiştirmeyi de amaçlayan ve bunu da bir biçimde gerçekleştiren hareketlerdir.
Bazıları bunu önemsemese de, kavramları doğru kullanmak devrim yapmaktan da önemlidir ve devrimleri de ortaya çıkaran bu hassasiyettir.
Devrimler silahlı milislerinin eylemsel gücünden ziyade aydınlarının kavramsal üretimleriyle temayüz ederler.
Çünkü kelimenin tam anlamıyla devrim, eğriltileni doğrultmak, dahası yeni bir dünya tahayyülü olarak, her şeyden önce aklın ve dilin doğrultulmasıyla, sözgelimi isyan hareketleriyle arasına bir fark koyarak, toplumsal hareketleri olduğu kadar kavramları da özgülleştirerek ve doğru bir biçimde tanımlayarak yola koyulur.
Bunları söylemek devrimi büyüksemek veya isyanı küçümsemek anlamına gelmez; sadece her şeyin yerli yerince tanımlanması ve nitelenmesi anlamına gelir ki bunun önemsenmemesinin yarattığı kargaşa, bir süre sonra tüm hayatın da büsbütün bir kargaşaya sürüklenmesi anlamına gelecektir.
Bu tür bir özensizliğin etkinleştiği şartlarda devrimci bir hareketin mayalanamayacağı ise ortadadır.
Kuşkusuz ki Suriye'deki süreç henüz sona ermiş değil. Taraflar (Müslüman muhalifler, sosyalist Kürtler ve uluslararası güçler) henüz ne yapmak istediklerini tam olarak ortaya koymuş değiller.
Şayet bundan sonraki girişimleriyle sistemi ve toplumu şimdiye değin bölge ülkelerince gerçekleştirilemeyen farklı, adil, özgürlükçü, paylaşımcı ve katılımcı bir stratejiye yöneltebilirlerse o zaman süregiden bu mücadele devrimci bir karaktere ve niteliğe de bürünebilir.
Şu andaki en önemli ve temel kazanım ise kuşkusuz ki bağımsızlığın kazanılması ve zorbalığın tasfiyesidir.
Baasçı bir sistem olarak Esed rejimi zaten uzatmaları oynamakta ve özellikle de İsrail'e karşı oynadığı bölgesel rol nedeniyle ömrünü uzatmaktaydı.
Ancak geçen 1 yıl içerisinde gelişen olaylarla bu rolün pek de kıymetinin olmadığı belirginleştiği gibi, bu süreçte daha önce bu role destek veren Arap ülkelerinin yerini İran'ın alması da bu rolün önemi kadar desteğini de azalttı ve anlamsızlaştırdı.
İşte o zaman, bu rolün işlevsizleştiği belirginleştiğinden, biçimsel meşruiyetini de yitiren Suriye'deki diktatörlüğün ömrünün yapay çabalarla uzatılamayacağı ortaya çıktı ve oldukça kısa bir süre içerisinde bu kof sistem çöküverdi.
Dolayısıyla sistemin çökmesini doğrudan isyancı hareketlerin çabasına atfetmek ve buradan bir devrim tanımı ve söylemi üretmek, en azından şimdilik anlamlı ve açıklayıcı bir tanımlama değil.
Ama yine de bunun, isyancı aktörlerin bundan sonra üretecekleri çabalarla gerçekleşmesi imkânsız da değil.
Sözgelimi isyancı aktörlerin Suriye için bir siyasal modelleri bulunmakta mıdır ve bunun farklı bileşenlerle birlikte hayata geçirilmesi mümkün müdür?
Bu model sadece Suriye için değil, bölge ülkeleri açısından da barışa ve özgürleşmeye doğru giden, katılımcı, paylaşımcı ve bölge halklarını içerisinde bulundukları çıkmazlardan kurtarıcı bir öncü rol ve işlevde olabilecek midir?
Bu modelle dünyaya farklı bir siyasal ve toplumsal tahayyül sunulabilecek midir?..
Şayet bu gibi sorulara cevaplar verilebilirse, işte o zaman Suriye'deki bu gelişme, sadece Suriye için değil, tüm bölgedeki ülkeler için de kurtarıcı bir devrim anlamına gelebilir.
Bu soruların açığa çıkardığı temel sorunsal ise bağımsızlığı aşan bir özgürleşme bilincidir ki isyanlarla devrimleri ayıran en önemli nitelik de budur.
İsyanlar sivil veya silahlı mücadelelerle bir topluma siyasal bağımsızlık kazandırabilse de, özgürleşme daha önemli ve temel bir nitelik olarak bireylerin ahlaki ve entelektüel kapasitelerinin artırıldığı ve adeta nicelikten niteliğe sıçrandığı manevi bir tutumdur.
O kerteden itibaren toplumlara komuta edilmez zira toplumu oluşturan bireyler kendi özbilinçleriyle kararlarını vererek ve tepkinlikten etkinliğe geçerek, komuta merkezince sürüklenmek yerine, toplumun önünü açan ve onu geleceğe doğru taşıyan üretken ve yaratıcı bir tutum kazanırlar.
Şimdilik sadece bağımsızlığa koşullu bir noktada duran HTŞ ve YPG güçlerinin ABD güdümü dışında buna dair bir hazırlığı var mıdır, bilemiyoruz.
Kaldı ki böylesi bir özgürleşme kapasitesi ABD'yi hoşnut edecek midir, müsamaha ile karşılanacak mıdır, bu da ayrı bir muamma.
ABD ise şimdiye değin bu tip durumlarda inisiyatifi elden kaçırmamak için özgürleşmeci çabaları baskılamış ve süreğen krizlere yol açmıştır.
Dolayısıyla ABD'den bağımsız olarak bu yerel güçler, sözgelimi farklı din, mezhep ve ırkları bir arada yaşatabilecek bir sığayı haiz midir?
Filistin sorunu konusunda ne düşünmekteler ve buna dair önerileri nedir?
Bölge ülkelerini kasıp kavuran şiddet ve silahlanma yarışı konusundaki yaklaşımları ne olacaktır ve dolayısıyla da askeri birliklerin yerine sivil, barışçı, uzlaşmacı, çoğulcu anlayışlar ikame edilebilecek midir?
Siyasal katılımın sağlanması, hakkaniyetli bir üretim ve tüketim modelinin oluşturulması, bölge ülkelerinin halklarını kötürümleştiren otokrasi karşısındaki tutumları, göç, mültecilik ve ötekilikler karşısındaki düşünceleri ve bunlarla ilgili çözüm önerileri nelerdir?
Ne düşünmekteler ve nasıl yapacaklar? Yoksa sadece şimdiye değin yaptıklarıyla kalakalacaklar ve akabinde tüm bölge ülkelerinde süregiden o vasatlığa ve sığlığa mı gömülecekler?
Kısacası işte bu gibi sorulara verecekleri cevaplarla belirginleşecek olan, içerisinde bulundukları hareketlerin bir isyan olarak kalmasıyla bir devrime ve özgürleşmeye doğru taşınması arasındaki o gerilimden çıkıp çıkamayacaklarıdır.
Bu sorularımızın cevaplarını almayı sabırla beklemekteyiz ve bu cevaplar, daha doğrusu bunlarla ilgili öneriler ve uygulamalar bizim de kanaatimizi değiştirecek.
Aksi halde bu süreç de, tüm Arap Baharı hareketlerinde de olduğu gibi isyanın sadece despotun alaşağı edildiği ve nihayetinde ise toplumsal öfkeyi yatıştırarak bir saman alevi gibi sönümleneceği, dolayısıyla devrimsel bir sıçrama yapamayacağının belirginleşeceği bir noktada tıkanıp kalacaktır.