Tekerrür ve biz

Ali Bayramoğlu

Bu toplumun derin ve kronik yaraları var. İlki “simgesel bozukluk” yarasıdır. Bu yara algıyı etkiler. İnsanlar, tabakalar ve sistemler bu yaradan etkilendikçe, kendi dünyalarına ait kültürel işaret ve tarzları, anlama, algılama, denetleme, yandaş ya da öteki kılma aracı olarak kullanırlar.

Bu bozukluk, nevi şahsına münhasır ya da otoriter bir laiklik anlayışı üzerinden yıllarca bir kültürel, hatta ekonomik tekel sahası oluşturma işlevi görmüştür. Muhafazakar dünyada ise kapalı, içine girilmez dokular, içte ve dışta tek tip bakış silsileleri üretmiştir. Memleketin kamusal alanları bu nedenle parçalı, birbirinden ayrı, “öteki”ne mesafeli duran, tekel sahalarını andırır. Bu sahalarda gerçek anlamda kabul, benimsenme, sembolik uygunluk kriterine tâbidir. Dün İslami kimliğin siyasal ve kamusal hayatın dışında tutulmasını bu sembolik denetim sağlardı. Bugün dünün mağdur kimliği, özellikle kaynak dağıtımında aynı denetimi tersten yapıyor.

İkinci yara karşı kimlik kimlik-dogma ilişkisi ve buradan kaynaklanan zihinsel bir takıntı halidir.

Karşı kimlik-dogma ilişkisi, bir tarafta İslami veya etnik kültürel kimliklerin öz olarak ataerkil bir yapıyı simgelediği, ilerlemenin karşı kutbunu oluşturduğu inancını ifade eder. Öte tarafta ise, aynı zihni işleyiş üzerinden, seküler, Batılı, öteki bakış ve duruşların, yabancılık, hile, ihanet gibi duygularla değerlendirilmesine yol açar.

Bu çerçevede yaşam biçimi diğerleri arasında bir kültürel hal değildir.

Bir iddia ve bir projedir. Din, örneğin insan-inanç ilişkisinden, sekülerlik ise bir yaşam tercihinden çok esasen toplum-siyaset ilişkisi demektir. Etnik kimlik ise, her zaman her iki taraf için de tehlikeyi ifade eder. Üçüncü yarayı üreten, “toplum tasavvuru yokluğu”dur. Toplum tasavvuru yokluğu “dondurulmuş tarih ve toplum” algısı üzerine oturur. Örneğin toplumun hatırı sayılır bir kesiminde 1923 ve takip eden yıllar, o dönemin arayışları sadece başlangıç değil, aynı zamanda varış noktasıdır. Bu anlamda, özlem geçmişe yöneliktir. Başka bir kesimde ideal an ve geçmiş başka bir döneme gönderme yapar.

Şimdiki zamanın gücü pek azdır, tasavvurda bugün neredeyse yoktur. Tarih tasavvurundaki bu “öznellik”, toplum tasavvuruna ilişkin bir “bozukluk” ile anlam kazanır ve tamamlanır. Bu yaralar, farklı talep, kimlik ve aktörlerden oluşan parçalı toplum anlayışını hemen her kesimde farklı dozda da olsa,

aktif bir şekilde reddeden bir mekanizma üretir. Buna karşılık öne çıkarılan, hatta idealleştirilen homojen insan üzerine kurulu modernist-ilerlemeci bir düzen veya onun diğer yüzü olan tekçi-disipliner muhafazakar düzendir.

Her ikisi de “benzer bireylerin toplamından ibaret tekil bir toplum anlayışı”na sahiptir. Farklılık bu düzenlerin kıvrımlarında yok olur gider.

Bu durum, sonuçta, otoriter zihniyetin bir türevidir.

“Oluşması arzu edilen toplumsal yapı” ile “var olan toplumsal yapı” arasında mesafe bir “zihin karışıklığı” üretmekte, sonra dönüp oradan beslenmektedir.

İdeal bir toplum tahayyülü fiili bir işlev görmekte, mevcut toplum bu tahayyülün üzerine oturtulmakta, en azından bu tahayyülle uyumlu davranması beklenmektedir. Aksi durumlar, “irrasyonel gelişmeler” ya da “ataerkil tortu ayaklanmaları” olarak algılanır. Bu hastalıklar iyileşirse, eğer, Türkiye berrak, sivil ve demokrat bir toplum olmasını öğrenecektir. Ama iyileşme pek zordur.

Bugün örneklerini tekrar yaşıyoruz. Açılım algısı, Suriye algısı, iktidar algısı, muhalefet algısı, üst üste koyun, karşı karşıya getirin… Sizi, “kime yarar” sorusu, bu soruya verilen yanıtlara göre alınan tavırlar karşılayacaktır.

Ve sonuçta bu yaraları göreceksiniz.