Teopolitikadan Jeopolitikaya Yeni Ortadoğu

7 Ekim saldırılarından sonra başlayan süreç bize göstermiştir ki İsrail birtakım dinî referansları da kullanarak hem teolojik hem jeopolitik yaklaşımla Ortadoğu’yu yeniden dönüştürme arayışındadır.

BARIŞ ADIBELLİ/Kütahya Dumlupınar Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi

Bugün İsrail’in Gazze ve Lübnan’da yaptıklarının başlangıcı her ne kadar 7 Ekim 2023 olarak görülse de esasen süreç, 22 Eylül 2023’te İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Birleşmiş Milletler (BM) kürsüsüne elinde yeni Ortadoğu adını verdiği bir haritayla çıkmasıyla başladı. Netanyahu, o gün aslında kendisinin ve İsrail’in niyetini açıkça ortaya koymuştu. Öyle ki, 7 Ekim saldırılarını ardından Netanyahu, Hamas’ın Aksa Tufanı eylemine verecekleri yanıtın Ortadoğu’yu değiştireceğini söylemişti. Daha saldırıların ilk gününde Netanyahu, 7 Ekim saldırılarının İsrail’in 11 Eylül’ü olduğunu söyleyerek bir bakıma Amerikan kamuoyundan ve Amerikan yönetiminden bir sempati arayışına da girmişti. Netanyahu, saldırıların faturasını hemen İran’a kesti. Hamas’ın saldırılarının İran’da planlandığını, bu saldırıların arkasında İran’ın olduğunu ileri sürdü; hatta o günlerde The Wall Street Journal gazetesi Hamas militanlarının İran’da paramotor ve öteki askerî konularda altı aylık bir eğitim aldığını yazdı. Tüm bu iddialara karşın Biden yönetimi İran’ın bu saldırıların arkasında olduğuna yönelik herhangi bir istihbaratın olmadığını birçok defa dile getirdi ve İran’a olası bir saldırıyı engelledi.

ABD Dışişleri Bakanı Blinken saldırılardan sonra vakit kaybetmeden İsrail’e geldi. Orada bir Dışişleri Bakanı olarak değil bir Yahudi olarak bulunduğunu söylemesine rağmen Biden yönetimi Netanyahu yönetiminden hiçbir zaman hazzetmedi. Aslında Netanyahu ile Biden yönetimi arasındaki gerginlik Obama döneminden beri vardı. Netanyahu, yıllarca İran’ın İsrail’in bir numaralı düşmanı olduğunu ve İran’ın olası bir nükleer güce kavuşmasının İsrail’in geleceği açısından; hatta bekası açısından tehlikeli olduğunu, bu nedenle İran’a müdahale edilmesi gerektiğini sürekli gündeme getiren bir liderdi. Hemen her fırsatta (bu bazen BM kürsüsü bazen de Beyaz Saray oluyordu) ama her fırsatta Netanyahu, İran’ın nükleer güce ulaşmasının engellenmesini ABD’den talep ediyordu. Muhtemelen Netanyahu, ABD’den bir yeşil ışık yakmasını isteyerek, İsrail Hava Kuvvetlerinin İran’daki bu nükleer tesislere, nükleer altyapıya saldırı düzenlemesine izin vermesini istiyordu. Ancak ABD’den istediği bu izin hiçbir zaman gelmedi; hatta 7 Ekim’den sonra da gelmedi. ABD’den İran konusunda istediği izni alamayan Netanyahu tüm öfkesini ve öcünü Gazze’deki masum sivillerden çıkarmaya yöneldi.

7 Ekim’de Hamas’ın Aksa Tufanı adını verdiği eyleme karşı İsrail’in Gazze’ye yönelik operasyonu misillemenin ötesine geçerek bir katliama, soykırıma dönüştü. İsrail Hamas’la mücadele ediyor gibi görünse de esas plan Gazze’nin insansızlaştırılması ve buradaki Filistinlilerin Gazze’den çıkarılması üzerine kuruluydu. Zira sivil bir nüfus yaşamıyorsa Hamas’ın da burada var olması mümkün değildi. Bu doğrultuda, İsrail yoğun hava harekâtıyla Gazze’deki tüm sivil yerleşim birimlerini yerle bir etti ve Gazze’yi bir moloz yığınına dönüştürerek sivil nüfusun yaşamasına imkân bırakmadı. Çünkü İsrail, Hamas’ın en büyük lojistik desteği ya da yaşam kaynağının bizzat Gazze halkı olduğunu biliyordu. Halkın olmadığı yerde bir direniş örgütünün bulunamayacağı savından yola çıkarak halkı kuzeyden güneye doğru sürdü ve bu noktada halk Refah’ta sıkışıp kaldı. İsrail ve ABD’nin buradaki amacı halkın Mısır topraklarına geçerek, Sina Çölü’nde kurulacak devasa bir çadır kentte yaşamaya ikna edilmeleriydi. Bu proje yine The Wall Street Journal gazetesi tarafından kamuoyuna duyuruldu. Yaklaşık 25 bin çadırdan oluşan bir çadır kentin Gazzeliler için kurulacağı söyleniyordu; ancak Mısır hükümeti buna karşı çıktı. Mısır hükümetini ikna etmek için borçlarının silinmesinin de dahil olduğu birçok cazip teklifte bulunuldu.

7 Ekim saldırılarının ardından Gazze’de yaşananların tüm dünyaya gösterdiği en vahim tablo maalesef uluslararası güvenlik, barış ve istikrarı korumakla yükümlü BM teşkilatı ile BM sisteminin hiçbir işe yaramaması oldu. Esas ibretlik durum ise 1945 sonrası yeniden bir büyük dünya savaşının çıkmasının engellenmesi adına ABD’nin öncülüğünde kurulan BM teşkilatının ve sisteminin, bizzat kendi kurucusu ve mimarı olan ABD tarafından İsrail uğruna çiğnenmesiydi. Defalarca toplanan BM Güvenlik Konseyi ve ABD’nin veto silahından dolayı bu karar alamadı. Öte taraftan toplanan BM Genel Kurulu birtakım kararlar alsa da bağlayıcılığı olmadığı için İsrail üzerinde etkisi olmadı. Sonradan alınan, ABD’nin de destek verdiği 2735 sayılı Güvenlik Konseyi kararı İsrail’e ateşkes yapması konusunda çağrıda bulunsa da İsrail bu karara da uymadı. Bugün gelinen noktada İsrail, BM Genel Sekreteri António Guterres’i persona non grata, yani istenmeyen kişi ilan ederek İsrail’e girişini yasakladı. Tarihinde hiçbir zaman BM teşkilatı bu şekilde aşağılanmamıştı. Ne Soğuk Savaş döneminde ne Kore Savaşı’nda ne de daha sonraki yıllarda BM teşkilatı böyle bir muameleye maruz kalmıştı.

Tarih tekerrürden ibarettir denir, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir daha dünya savaşı olmasın diye Milletler Cemiyeti adı verilen bir teşkilat kuruldu. Her ne kadar ABD’nin bir projesi olsa da ABD, Milletler Cemiyeti’ne üye olmadı. Böylelikle Milletler Cemiyeti de başta Japonya-Mançuko mevzusu olmak üzere çeşitli meselelerde etkili olamadı, giderek de gücünü kaybetti. Maalesef Milletler Cemiyeti’nin kendi üyeleri örgütün kan kaybetmesine seyirci kaldı ve bu durum İkinci Dünya Savaşı’nı getirdi. Bugün de BM sistemi aynı tehlike ile karşı karşıya ve çok hızlı bir şekilde kan kaybetmektedir. Yine ABD’nin BM teşkilatını sadece ve sadece kendi çıkarları ve değerleri doğrultusunda hareket etmeye zorlaması, BM teşkilatının küresel anlamda hızlı bir şekilde tesirini kaybetmesine neden oldu. ABD-İsrail ikilisi açıkçası tüm dünya ülkeleri için kötü birer emsal teşkil etmektedir. Dolayısıyla bundan sonra BM teşkilatını, BM sistemini, BM anlaşmasını ve uluslararası hukuku üstün görecek ve buna tabi olacak bir devlet bulma ihtimali bugün itibarıyla tamamen ortadan kalkmıştır.

7 Ekim saldırılarından bir yıl sonra İsrail’in artık saldırıları bölgedeki genişlemeci-yayılmacı politikaları için meşru bir sıçrama tahtası olarak kullandığı görülmektedir. Bu saldırılardan sonra İsrail hem Gazze’de hem de Suriye’de sıklıkla operasyonlar yapmış, Şam’da İran Konsolosluğu’nu dahi bombalamış ve bunun hesabını uluslararası hukuk önünde vermemiştir. Bunun karşılığında İran geçtiğimiz Nisan ayında İsrail’e balistik füzeler ve dronlarla bir misilleme düzenlemiş; karşılığında sınırlı da olsa İsrail, İran’a bir saldırı düzenlemiştir. Bu süreçte İran Cumhurbaşkanı Reisi’nin şüpheli bir helikopter kazasında ölmesi, İran’ın kazadan sonra çok çekişmeli ve tartışmalı bir seçim aşamasına girmesi, bu seçim sürecinde reformcu Mesut Pezeşkiyan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi, ardından yemin töreninde davetlisi olan Hamas siyasi lideri İsmail Haniye’nin Devrim Muhafızları’nın konukevinde bizzat İsrail tarafından öldürülmesi ve bu suikastın hiçbir şekilde İran tarafından tam manasıyla açıklanamaması, 7 Ekim saldırılarını farklı bir hesaplaşmaya dönüştürmüştür. Aynı binada İsrail’in ölüm listesinde yer alan İslami Cihad liderinin de bulunması ve ona hiçbir şekilde dokunulmaması dikkatlerden kaçmamıştır. İsrail, bu operasyonuyla hem Hamas’ın siyasi lideri İsmail Haniye’yi etkisiz hale getirerek Hamas’a bir yanıt vermiş hem de İran’ın özellikle İslam dünyasındaki ve Filistin direnişindeki saygınlığını yok etmiştir. 

Netanyahu, 7 Ekim’den itibaren Gazze’de ve Ortadoğu’da yaşanan çatışmaları ABD’nin savaşı haline getirmek için oldukça uğraşmıştır; hatta bu meseleyi ABD-İran savaşına çevirerek, İsrail’in aradan sıyırılmasını ve düşmanlarını bizzat ABD’nin yok etmesini amaçlamıştır. Bu yönde inisiyatif geliştiren Netanyahu, ABD’den gelen her heyetle bu noktada konuşmuş, Biden’ın karşı çıkmasına rağmen bildiği gibi yoluna devam etmiştir. Kuşkusuz, Netanyahu’nun ülke içinde, ülke siyasetinde de yaşadığı birçok sıkıntı var. Her şeyden önce hakkında yolsuzluk suçlamaları bulunan ve daha sonra anayasa değişikliği nedeniyle halkın protestosuyla karşılaşan ve siyaseten neredeyse bitme noktasına gelen Netanyahu, aşırı sağ partilerle yaptığı koalisyonun da desteğiyle bugün Ortadoğu’da giderek bölgesel ve küresel bir savaşa dönüşme eğiliminde bulunan çatışma sürecini başlatmıştır.

Bugün gelinen noktada Netanyahu, soykırımdan mağdur olmuş bir halkın kurduğu İsrail devletini soykırım suçundan Uluslararası Adalet Divanı önünde yargılatan bir lider olarak İsrail tarihine geçmiştir ve kendisi de insanlığa karşı işlemiş olduğu suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmayı beklemektedir. Hiçbir gerçek bunu değiştirmeyecektir. Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in Gazze’de soykırım suçu işlediğini tescil etmiştir. Divan yargılama sırasında ihtiyati tedbir kararı almasına rağmen İsrail bu kararlara uymamıştır.

Hizbullah Cephesi 

7 Ekimde Hamas’la birlikte Güney Lübnan’da Hizbullah’ın da İsrail’e yönelik saldırılara başlaması, Hamas’a destek olarak bir cephenin de bu bölgede açılmış olması, İsrail’in de Hizbullah hedeflerine yönelik saldırılarını yoğunlaştırmışına neden olmuştur. Sonraki aşamalarda ise önce Beyrut’ta Hamas’ın iki numaralı ismi Salih Aruri daha sonra Hizbullah’ın yine iki numaralı ismi ve askerî lideri Fuad Şükür’ü öldürmüş, hemen bir gün sonra da Tahran’da İsmail Haniye suikastı gelmiş ve Hizbullah lideri Nasrallah da tüm bunların hesabının İsrail’den sorulacağını söylemiştir. Ölmeden önce yaptığı son konuşmada İsrail’in kuzeyini ve buradaki yerleşimcileri hedef alacaklarını açıklaması, İsrail’in de Nasrallah’a karşı düğmeye basmasına neden olmuştur.

Hasan Nasrallah kendi sığınağında sığınak delici Amerikan bunker buster füzeleriyle İsrail saldırısında hayatını kaybetti. İsrail, 42 yıllık tarihinde Hizbullah’ın karşılaştığı en ağır darbeyi vurdu. Hem komuta kadrosunu hem de önemli isimleri etkisiz hale getirdi. Hizbullah oldukça büyük bir güç ve onu ortadan kaldırmak oldukça zor; ancak İsrail, Hizbullah’ı ortadan kaldırmaktan çok kilit isimlerini öldürerek bir güç boşluğu yaratmak ve Hizbullah’ı uzun süreli felç etmek istiyor. İsrail, daha önce 1992’de Hizbullah lideri Abbas Musavi’yi öldürmüştü. Yerine Hasan Nasrallah geçti. Hizbullah zayıflamadı veya ortadan kalkmadı, aksine Nasrallah ile daha da güçlendi.


Hasan Nasrallah’ın yerine kuzeni Haşim Safiyyuddin’in geçeceği söyleniyordu. Cihat Konseyi’nin başkanı ve Şura üyesi olan Safiyyuddin’in kardeşi Hizbullah’ın İran temsilcisi, oğlu ise ABD tarafından öldürülen General Kasım Süleymani’nin kızıyla evli. Muhtemelen İran’ın onayıyla genel sekreter olacaktı. Ancak birkaç gün önce İsrail ordusu, Dahiye’ye düzenlenen bir saldırıda Safiyyuddin’in öldürüldüğünü iddia edildi. Hizbullah da Safiyyuddin ile iletişim kurulamadığını ve kendisine ulaşılamadığını duyurdu. Onun yerine bugün hayatta olmayan Hizbullah’ın manevi lideri Ayetullah Muhammed Hüseyin Fadlallah’ın yakınında olan Şii din alimi ve aynı zamanda Hizbullah’ın genel sekreter yardımcılığı görevinde bulunan Naim Kasım’ın adı geçiyor ama onun hayatı da tehlikede. İsrail’in Hizbullah’ın olası liderlerine yönelik saldırılarının devam etmesi halinde potansiyel yeni lider ve yönetim kadrosu Lübnan’ı terk ederek İran’a gidecek ve Hizbullah’ı geçici olarak İran topraklarından yönetecekler. Bu bir nevi gönüllü sürgün demek. İsrail için tanıdık bir durum, çünkü benzerini daha önce Filistin Kurtuluş Örgütü ve lideri Arafat da yapmıştı. Arafat ve Filistin Kurtuluş Örgütü, Filistin toprakları dışından İsrail’e karşı mücadelelerini sürdürmüştü.

Ortadoğu’nun Yeniden Dizaynı

7 Ekim saldırılarından sonra başlayan süreç bize göstermiştir ki İsrail birtakım dinî referansları da kullanarak hem teolojik hem jeopolitik yaklaşımla Ortadoğu’yu yeniden dönüştürme arayışındadır; ancak burada Ortadoğu, İsrail’in çıkarları ve bekası doğrultusunda dönüşecektir. Yani İsrail, kendini güvenli hissedebileceği bir Ortadoğu ve yakın çevre oluşturma adına birtakım politikaları yürürlüğe koymuştur. Öncelikle kendi içindeki radikal grupları etkisiz hale getirecek, ardından yakın çevresinde Hizbullah ve İslami Cihad gibi örgütler etkisiz hale getirilecektir. Hizbullah’ı topraklarında bulunduran Lübnan devletini İsrail’e dost, hatta kukla bir devlet haline getirerek yoluna devam edecek, Lübnan’ın ardından Suriye’nin uygun hale getirilmesi sağlanacak ve buradaki Direniş Ekseni tasfiye edilecek, bu arada Yemen’de muhtemelen Suudi Arabistan üzerinden Husiler etkisiz hale getirilmeye çalışılacaktır.

Tüm bu süreç yaşanırken en büyük darbe uluslararası hukuka, kurallara dayalı uluslararası düzene, BM sistemine ve BM teşkilatına vurulmuş olacaktır. Zira ABD’nin Rusya ve Çin özelinde sürekli gündeme getirdiği kurallara dayalı uluslararası sistem tezi, bizzat ABD ve İsrail tarafından yerle bir edilmiş durumdadır. Bu nedenle, Çin’in kurallara dayalı uluslararası sisteme yönelik en büyük tehdidi oluşturduğu savı da çökmüştür. Kendisini küresel barış ve istikrarın yegâne teminatı ve garantörü olarak gösteren ABD’nin Ortadoğu’da İsrail’in suç ortaklığını yapıyor olması düşündürücüdür. Bugün ABD İsrail’e askerî, ekonomik ve diplomatik desteğini kesse İsrail bir adım dahi öteye gidemez; ancak Ortadoğu bölgesinin yeniden dizayn edilmesi ABD’nin de işine gelmektedir. Çin’in kaos olan bölgelere yanaşmadığını, ticaret veya yatırım yapmadığını gayet iyi bilen ABD, Ortadoğu’yu bir ateş çemberi haline getirerek Çin’i, hatta Rusya’yı uzaklaştırmayı hedeflemektedir. Rusya, Ukrayna Savaşı’nda gelinen yeni aşamada özellikle Kursk bölgesinin işgaliyle başlayan Rusya topraklarına yönelik saldırılarla mücadele ederken bilhassa Ukrayna lideri Zelenski’nin uzun menzilli füzeleri kullanılmasına izin verilerek Rusya’nın daha içindeki hedeflerin vurulmasının istenmesi, bu yönde taleplerde bulunulması Rusya’nın da ister istemez Ukrayna’ya daha fazla odaklanmasını sağlamıştır. Zaman zaman Rusya topraklarında gerçekleştirilen terör saldırıları da gözden kaçmamaktadır. Özellikle ABD’nin Avrasya’daki yeni müttefiki Taliban’ın hükmettiği Afganistan’da yerleşik olan IŞİD-Horasan’ın bu terör saldırılarını düzenliyor olması dikkat çekicidir. 

Ayrıca unutmamak gerekir ki İsrail dünyanın en büyük askerî vesayetinin uygulandığı bir ülkedir. İsrail’de sivil siyaset neredeyse yoktur, siyasete tamamen emekli askerler hâkimdir. Bugün Netanyahu’dan tutun Galant’a ve Gentz’e kadar tüm siyasi liderler asker kökenlidir. Dolayısıyla İsrail’e sivil siyasette zemin açmak gerekmektedir. Sivil dünyadan gelen insanların siyasete girmesi engellendikçe tamamen askerî vesayetin kontrolü altındaki siyaset beraberinde çatışma ve savaştan başka bir şey getirmeyecektir. Zira eski askerlerin oluşturduğu bu siyasetin beyaz ve siyahtan başka renkleri, yani gri alanları bulunmamaktadır. Bugün ya düşman ya da dost olarak karşısındakini tanımlayan bir siyasi anlayış hâkimdir.

Sonuç olarak İsrail’in Ortadoğu’da sürdürmekte olduğu savaşı kendi kamuoyundan büyük bir çoğunluk desteklemiyor. Zira 7 Ekim’den bu tarafa İsrail ekonomisi, ticareti, turizmi durmuş; eğitime dahi ara verilmiş durumda. İsrail’in kullandığı tüm mühimmat şu anda ABD’den gönderilmekte ve İsrail’in bu mühimmata ödeyecek parası da bulunmamakta. Ancak diaspora ve ABD, İsrail ekonomisini ayakta tutmak için muazzam para gönderiyor. İsrail elinde avucunda ne varsa bir hayalin peşinde bu savaşa yatırıyor. Oysa Ortadoğu haritasına baksa, hayal ettiği büyük İsrail’in Arap denizinin ortasında sadece küçük bir ada olduğunu görür. Ülkedeki tüm Filistinlileri Sina Çölü’ne göndererek meseleyi çözeceğini sanırken etrafındaki Arap nüfusu nereye göndereceği konusunda bir fikri yok. İsrail kamuoyu Netanyahu’nun savaş yanlısı politikasının tamamen kendi siyasi kariyerini kurtarma ve aklama yönünde olduğunun farkında. Her gün Netanyahu hükümeti protesto ediliyor, halk Netanyahu’ya erken seçime gitmesi için çağrıda bulunuyor. Netanyahu ise bu çağrılara kulak tıkıyor. Hali vakti yerinde olan İsrailliler ülkeyi terk ediyor. İsrail’de yaşayan gençler artık İsrail’de bir gelecek olmadığını düşünüyor. Yahudiler, İsrail’de can güvenliklerinin olmadığı düşüncesindeler. 

Netanyahu’nun öncülüğünde savaş kabinesi İsrail için bir gelecek yazalım derken aslında İsrail’in geleceğini yok ettiklerinin farkında değiller. İsrail’de sokaktaki vatandaş ekilen düşmanlık tohumlarının bir gün yeşereceğini ve tekrar İsrail’in kapısına dayanacağının farkında. İsrail’de halk tüm bu yaşananların tekrar 7 Ekim’lere sebep olacağının da farkında. Ne Gazze halkı ne de Lübnan halkı İsrail’in bugün yaptığı zulmü unutacak gibi. Bu da İsrail’in geleceği açısından yeni düşmanlıkların yaratılmasına kapı aralayacaktır. Her ne kadar Netanyahu etrafında güvenli bir ortam yaratmaya çalışsa da bu ortamı yaratırken bölgedeki tüm halkları karşısına almaktan çekinmemekte ve onları hiçe saymaktadır. Dolayısıyla Netanyahu, bölgede barış tohumları ekeceğine savaş tohumları ekerek İsrail’in geleceğini ipotek altına almaktadır.

Kaynak:Perspektif 

DÜŞÜNCE - YORUM - ANALİZ Haberleri

Siyasal ve Entelektüel Ölüler Dünyası
Afrika Boynuzunda Nüfuz Mücadelesi: Mısır – Somali Güvenlik İşbirliği Ne Vadediyor?
Amerikan seçimlerine Gazze etkisi: Müslümanlar kime oy verdi?
Yeni Bir “Diriliş” Mümkün mü?
Mutlak Kötülük ve Sınır Boylarında Fikir Nöbeti