Fıkıhta zarar – yarar tercihleriyle ilgili olarak konmuş bazı temel kurallar vardır. Bunların en çok tekrar edileni “Def-i mazarrat celbi maslahattan evladır” kuralıdır. Yani zararı uzaklaştırmak, yararı elde etmekten önceliklidir. Tabii burada aynı zamanda gerek maddi gerekse manevi açıdan bir denklik değerlendirmesi de yapılması gerekir. Küçük zararı def etmek için büyük bir yarardan vazgeçilmez. Ya da insanın canı ve sağlığı gibi manevi değer ifade eden bir yararın söz konusu olduğu yerde maddi zararı def etmek öncelikli olamaz. Yani bu kuralın da uygulanmasının kendi içinde bir değer ölçümü olması gerekir. Zaten bu konuyla ilgili diğer iki kural böyle bir değer kıyaslaması yapılmasının gerekliliğine işaret edici niteliktedir ki, onlardan birinde “İki zarardan birinin kabul edilmesinin zorunlu olması durumunda az olan tercih edilir”, diğeri de; “İki yarardan birinin terk edilmesi zorunlu olduğunda küçük olan terk edilir” şeklindedir.
Ancak bu kurallar uygulama alanıyla ilgilidir ve tanımlamayla ilgili hükümleri değiştirmez. Yani bir şey kötü ise onun seçilmesinin zorunlu hale gelmesi hakkındaki hükmü değiştirmez. O yine kötü olmaya devam eder. Bir şeyin iyi olması durumunda da terk edilmesi zorunda kalınması vasfını değiştirmez, o yine iyi olarak tanımlanır.
Aynı şey haklar ve suçlar açısından da geçerlidir. İnsanın iradesini ve imkanlarını aşan sebeplerden dolayı bir kimsenin hakkını elde edememesi haklılığını ortadan kaldırmayacağı gibi yine dış sebepler yüzünden bir kimsenin suç işlemesinin önlenememesi işlediği fiili suç olmaktan çıkarmaz. O fiili işleyen kişi de yaptığı işten dolayı yine suçludur.
Zulüm ise her ne sebeple olursa olsun onaylanamaz, haklı gösterilemez. Kim eliyle ve ne amaçla gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin kabul edilemez. Fakat ne kadar ilginçtir ki tarihte olduğu gibi günümüzde de birçokları mensubiyetlerine, siyasi tercihlerine ve görüşlerine dayanarak haksızlıkları onaylamaktan, haksızlığı ve zulmü savunmaktan çekinmeyebiliyorlar. Bazen bu savunmalarına başkalarının zulümlerini gerekçe olarak gösterebiliyorlar.
Suriye’deki Baas zulmüne destek verenlerin de sürekli siyonist işgal rejiminin zulmünü gerekçe olarak kullandıklarına şahit oluyoruz.
Bunu farklı şekillerde yapıyorlar. Çoğu zaman Suriye’deki zulüm rejiminin veya ona arka çıkanların siyonist işgal rejimine karşı durduğunu, dolayısıyla Baas yönetimine ya da onunla işbirliği yapanlara karşı bir aksiyon içine girilmesinin siyonist işgal rejiminin işine yarayacağını ileri sürüyorlar. Oysa Baas rejiminin ve onun savaşına bilfiil katılarak destek verenlerin yaptıklarının siyonist işgal rejiminin yaptığından bir farkı yoktur. Üstelik bu rejimin zulmüne destek verilmesi veya sessiz kalınması siyonist işgal rejiminin ortadan kaldırılması konusunda hiçbir katkı da sağlamıyor. Kaldı ki katkı sağlıyor olsaydı bile yine Baas zulmüne destek verilmesini haklı çıkarmazdı. Çünkü bir insan olarak bu zulmün mağdur ettiklerinin de mağduriyetlerinin bizim açımızdan bir önemi olması gerekirdi. Bu itibarla bu konuda üretilen ve ispatı kesinlikle mümkün olmayan komplo teorileri Baas rejiminin zulmüne destek verilmesine ya da sessiz kalınmasına gerekçe oluşturmaz. Bu teorilerin tümü içi boş saçmalıklardan ibarettir.
Öne çıkarılan bir diğer iddia, Baas zulmüne karşı mücadele edenlerin siyonist zalimleri cesaretlendirdiği iddiasıdır. Oysa ben tam tersinin doğru olduğu kanaatindeyim. Suriye’deki zulüm rejiminin 1982’de gerçekleştirdiği Hama katliamı ve 2011 halk ayaklanmasından sonra düzenlediği saldırılarda gerçekleştirdiği katliamlar siyonist katillerin daha da cüretlenmelerine ve azgınlaşmalarına sebep oldu. Çünkü bazen siyonist yetkililerin yaptığı açıklamalarda çoğu zaman da gayri resmi araçlarla dünya kamuoyuna yönelik propaganda faaliyetlerinde bu katliamları bir mesnet olarak kullandı ve Suriye’deki rejimin İsrail’in yaptığı katliam ve işkencelerden daha fazlasını yaptığı iddiasını sürekli öne çıkardılar.