1. YAZARLAR

  2. Alper Görmüş

  3. Silahsız Kürtlerin silaha ve silahlı Kürtlere dair algıları hangi aşamalardan geçti?
Alper Görmüş

Alper Görmüş

Silahsız Kürtlerin silaha ve silahlı Kürtlere dair algıları hangi aşamalardan geçti?

A+A-

Kürt meselesinin yüz yıl boyunca çözümsüz kalmasında devletin onu bir otoriterleşme aracı olarak kullanma hevesinin çok büyük bir paya sahip olduğu muhakkak. Buradan yola çıkarak, Kürtlerin kimlik hakları ve eşit vatandaşlık uğruna yürüttükleri mücadelenin 1980’lerden itibaren silahlı bir biçim kazanmasının devletin sert çekirdeğinde memnuniyetle karşılanmış olabileceğini söylemek de mümkün.

Peki, devletin Kürtlerin bazı taleplerini kabul etmesinin PKK’nın silahlı mücadeleye başlamasını izlediği olgusu otomatik olarak “bu mücadele olmasaydı o talepler de karşılanmazdı” sonucunu doğurur mu? Kürtler adına silaha başvuran bir örgüt ortaya çıkmasaydı, mücadele silahsız olarak yürütülseydi tablonun nasıl olacağını bilemeyeceğimiz için bu soruya cevap vermek zor. Fakat mesela Kürtlerin siyasi liderlerinden, artık hayatta olmayan Kemal Burkay şayet silaha baş vurulmasaydı Kürtlerin durumunun bugünkünden çok daha iyi bir noktada olacağını savunuyordu.

Biraz spekülasyondan bir şey olmaz parantezi

Kürt meselesinin çözülmeden iki arada bir derede kalmasının otoriterleşme ihtiyacı için elverişli bir araç olması olgusuyla Erdoğan’ın nevzuhur sürece ‘soğukluğu’ te’lif edilebilir mi? Bence edilebilir. 2009-2013 arasındaki çözüm çabalarında otoriterliğe ihtiyacı olan devletin sert çekirdeğiydi ve bu nedenle çözüm çabalarına kararlı bir direniş gösterdi. Buna karşılık o dönemde Erdoğan otoriter eğilimlerden uzaktı, kuşatıcı politikalara ihtiyacı vardı ve dolayısıyla da Kürt meselesinin hallinden yanaydı. Yani mevcut süreç için başvurduğum spekülasyon başlangıçta yaptığım önermeyle uyum içinde: Otoriterleşme ihtiyacı içinde olan siyasi özneler oylarını Kürt meselesinin mesele olarak kalması yönünde kullanır!

İki bölümde toparlamayı düşündüğüm bu yazıda silahsız Kürtlerin (Kürt halkının) silaha ve silahlı Kürtlere (PKK’ya) bakışlarındaki değişimi kronolojik olarak özetlemeye çalışacağım. (Böylece benim iyi bir arşivci ve takipçi olduğumu vehmeden birkaç okurun talebini de yerine getirmiş olacağım.)

Fakat kronolojiye geçmeden önce ‘silahlara veda’ çerçevesinde bugünlerde dile getirilen “silahın Kürtler üzerindeki baskılara karşı bir ‘teminat’ olduğu, dolayısıyla bir ‘çözüm’e ulaşmadan PKK’nın silah bırakmasının düşünülmemesi gerektiği” yönündeki görüşlere dair kişisel kanaatimi belirtmek istiyorum.

Bu görüş, belki ancak PKK’nın silahla toplumda karamsarlığa, devlette moral bozukluğuna yol açabildiği, devletin canını acıtabildiği dönemler için geçerli olabilir. Oysa zaman içinde devletin SİHA ve benzeri teknikleri kullanma ayrıcalığı sayesinde ortaya çıkan güç dengesizliği bir zamanlar yaratılabilen bu etkiyi imkânsız kıldı. PKK’nın birkaç yılda bir yapabildiği bazı intihar saldırıları bu etkiyi revize etmeye yetmiyor. Yani aslında ‘silah’ fiilen yok ama iktidar varmış gibi yaparak buradan korku üretiyor ve onu otoriterliğin bir aracı kılıyor. Yani silah aslında uzunca bir süredir Kürtler üzerindeki baskıya karşı bir ‘teminat’ olma özelliğini tamamen kaybetmiş durumda. Silah artık sadece adaletsizliğin failinin adalet üzerine konuşmayı bastırmada kullandığı bir araç, başka bir şey değil. O nedenle ‘var olmayan’ silahlı mücadelenin bittiğinin açıklanması sadece onu otoriterleşme yolunda kullananların hanesine -ve tabii eksi olarak- yazar.

Başlangıç: 12 Eylül, Diyarbakır Cezaevi ve silah

Kamuoyu (tabii ki “Türk kamuoyu”) Diyarbakır Cezaevi gerçeğiyle ancak 2002’den sonra tanışabildi. Serbestî dergisinin yayımladığı tanıklıkları özetleyip aktaran Radikal gazetesi (Kasım, 2003) sayesinde oldu bu. (Neşe Düzel, ondan da önce, Haziran 2003’te o tanıklardan biri olan Selim Dindar’la uzun bir söyleşi yapmıştı.)

O söyleşiden iki paragraflık bir bölüm alacağım buraya, devamını okumaya gücünün yeteceğini düşünenler internete girerek meraklarını tatmin edebilirler.

Selim Dindar anlatıyor

“Dışarıdaki beton avludaki eğitimden canlı dönemeyeceğimizden korkuyorduk. Çünkü bu eğitimler işkenceyle yapılıyordu. Avlunun ortasında bir kapak vardı. Oradan hapishanenin ya da mahallenin lağımı akıyordu. Her birimiz tek tek o lağım suyunun içine indiriliyorduk. Lağımın içinde nefesimiz kesilene kadar tutuluyorduk. Diyarbakır Cezaevi’nde yatan herkes yaşadı bunu. O pisliği içmedim, yemedim diyen gururu yüzünden yalan söylüyordur. (…) Kıştı, bir hafta boyunca gece o beton avluda suyun içinde yatırıldık. İhtiyacımızı suyun içinde yapıp, ısınmaya çalışıyorduk.

“Elimde sigara söndürme izini görüyorsunuz. Yumurtalık bölgemde de sigara, kibrit söndürdüler. Mahkemede bir hemşerime tebessüm ettim diye bir gardiyan elime beş milimlik çivi çaktı. Copu ısırtıp, tekmeyle vurdular ve sonra ağzımdan dişlerimi copla birlikte çıkardılar. Ağzıma soktukları copu sağa sola döndürdüler, gördüğünüz gibi ağzımı bir yanından yırttılar. İnsanoğlunun bunları nasıl yapabildiğini hâlâ kavrayamıyorum. Gözümün önünde öyle çok olay oldu ki. Ölümler, işkenceler… Abbas Çelik diye bir köy sahibi vardı. Oğluyla birlikte içerideydi. Oğluna soktukları copu çıkartıp babanın ağzına veriyorlardı. Sonra babaya soktuklarını oğlunun ağzına veriyorlardı.”

Selim Dindar, bu korkunç gerçekliği ölümle protesto etmeye karar veren dört mahkûmun kendilerini yakışlarına da tanıklık etmiş:

“Ferhat Kortay hemşehrimdi, elektrik mühendisiydi, samimiyetimiz vardı. Sabaha karşı saat üç sularında koğuşta müthiş bir patlama oldu. Bir arkadaş alevlerin üstüne su döktü. Alevlerin içinden bir ses geldi. ‘Bu bir yangın değil, eylem. Kahrolsun işkence, kahrolsun vahşet’ dedi. Alevler küçüldüğünde biz o dört insanı kafa kafaya vermiş gördük. Ben Ferhat Hoca’nın başucuna gittim. Eğildim, ‘Hocam bir şeyler söyle’ dedim. Dişleri kenetlenmişti. Tıslar gibi bir sesle zorlukla, ‘Bana türküyü söyle’ dedi. ‘Sevdalım’ adında çok sevdiği Kürtçe bir aşk türküsüydü bu. Ben ağlayarak türküyü söylemeye başladım. Beni teselli etmek ister gibiydi. Ağlamamam için bana tebessüm etti. Tebessüm ederken yanaklarından etler dökülüyordu.”

Sonrası malum, cezaevinden çıkanların birçoğu PKK’nın çağrılarına uyarak dağa çıktı, Diyarbakır Cezaevi’nden kurtulanların çoğu da orada öldü. (Yıllar sonra bu tanıklıkları okuyan Bülent Arınç “ben de olsam dağa çıkardım” diyecekti.)

Diyarbakır Cezaevi’ndeki uygulamaların böyle bir sonuç vermesi anlaşılabilir… Anlaşılması zor olan şey şu: Zamanın ‘devlet aklı’ hangi sonucu doğuracağını bilmiyor muydu ki Diyarbakır Cezaevi’ni böyle kurguladı?

Kanaatimce bu soruya olumsuz cevap vermek çok zor…

İşte silahsız Kürtlerin silaha itiraz etmediği o ilk dönem böyle başladı.

Devam edeceğim.  

Önceki ve Sonraki Yazılar