Sorgulama

Sorgulama

Kapalı kapılar ardında dizlerimizi dövmektense, sağlam, sağlıklı, yepyeni bir düşünce sistematiğiyle harekete geçme zamanı. Prangaları sorgulayabilelim ki insanlığın ortak akılla ürettiklerini görebilelim.

A+A-

Bahadır KURBANOĞLU - Perspektif

Sadece bu iktidar dönemine yönelik değil, tüm yaşanmışlıklar içinde yapılması elzem olan “mahalle içi” sorgulamadan söz etmekteyiz. Bu bir gereklilik hali arz etmiş olmalı ki meseleyi gören hemen herkes bir yüzleşme, bir özeleştiri ihtiyacından bahsetmekte.

Tabii ki sorgulamayı kimin, neye göre yaptığı/yapacağı da önemli. Sorular şunlar:

  • Elimizdeki verilerle/kavramlarla/geleneksel bilgiyle mi hareket edeceğiz?
  • Kadim ya da çağdaş verinin/bilginin yenisini mi üreteceğiz?
  • Üretilebilirse yeni kavram setine kimler, ne ölçüde sahip çıkacak?
  • Örülen duvarlar/engellerimiz neler?  

Öncelikle belirtmek gerekir ki bu ağdalı ameliyeye girişecek olanların en büyük dezavantajı, cesur, nitelikli ve sistemli bir entelektüel zemininin yok denecek düzeyde olması.

Buna karşın; bu muhafazakâr iktidar deneyiminin yarattığı hayal kırıklıklarından toplumun mütedeyyin-muhafazakâr kesimlerinin çoğunluğunun da muzdarip olduğunu bilmekteyiz.

Yani problematiğimiz;

  1. İktidar kadrolarının bunları neden, nasıl çiğniyor oluşuna cevap arayışı içinde olmak.
  2. Bunun da ötesinde güncellenmiş zihin ve itikat habitatı sayesinde kendi yeni yol haritamızı belirleyebilmek.

Elimizdeki kadim ve çağdaş bilgi seti, iktidarın bugünkü yapıp etmelerini onaylamıyor ama iki şey bu onaylamama haline rağmen iktidar desteğinin sürgit psiko-sosyal devamını sağlıyor:

  • İlki; güç olgusunun kaybolmamasına dair gerekçeler üretmek. 
  • İkincisi; “Emanete hıyanet” gibi kavram setleri çok açık biçimde tabloyu görünür kılmakla birlikte güven vermeyen alternatifler/muhalif güruhla kendilerinin de ziyadesiyle “emanete hıyanet edecekleri” görüntüsü oluşturuyor. Bu durumda, değişen bir şey olmayacaksa, “bizim sabıkalılarla devam etmek” güdüsü meşrulaşmış oluyor.

Bunda mütedeyyin kesimin çoğunluğu hemfikir. Haklılık düzeyi de yüksek bir düşünme biçimi bu. Hatta başkalarıyla kıyaslandığında görece daha “adil”. Farklı dogmatik toplum kesimlerinde, çeşitli ulusalcılıklarda, otoriterliğe kategorik olarak karşı çıkmaktan ziyade;

  • Otoriterlik neden bizim lehimize işlemiyor?
  • Ya da “çalacaksa bizimkiler çalsın; zalim de olsa mazlum da bizimkileri destekten vazgeçmeyiz” şuuraltının işlediği belirginlik arz ediyor. (Bu şuuraltı oldukça tanıdık. Tıpkı 1990’lar ve 2000’lerde tüm anti-demokratik ve evrensel normlar karşısında umarsız gayrimeşru vesayet uygulamalarına verilen destek gibi)

Lakin mütedeyyin kesimlerin şuur altında işleyen ve sarmaldan çıkışı engelleyen “emanete hıyanet eden-edecek olanlar” karşılaştırması, değişimin önündeki meşru engel gibi algılansa da görmek istemedikleri, daha doğrusu göremedikleri/hesap edemedikleri olgu şu:

Böyle gittiği müddetçe, gün gelecek, yozlaşma öyle bir safhaya varacak ki (ki vardı bile) “emanete kimin hıyanet ettiği” önemini yitirecek. Elimizde kalan bakiye nesillerimizi de vurmuş olacak ve geri dönüşü çok zor, ciddi bedeller gerektiren bir safhaya varmış olacağız. (Nitekim, önemseyenler açısından da vahyi mübin şöyle der: “Sizi giderir, yerinize başka topluluklar getiririz.” Yani ayet, bir sosyo-kültürel ve sosyo-politik dönüşüme; hatta -kendi ellerimizle gerçekleştirdiğimiz- bir toplumsal helake atıf yapıyor.)

Bu durumun izleği -bilenler açısından- vahiy de olabilir, siyasi tarihin ispatlanmış postulatları da. Peki bu iki bilgi türünden sadece birine mi yaslanacağız yoksa ikisini meşru ve ahlaki düzlemde meczetme imkânlarımız nelerdir? Öte yandan hangisine yaslanırsak yaslanalım ikisinin de bize söylediklerinin değişmediğini de görmek gerekiyor. 

Mesela vahye dayandığınızı düşünelim. Vahiy; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” diyor. Bu durum endişeleri haklı çıkarır tarzda gücü kaybettirebilir de. Ama -yukarıda değindiğimiz üzere, “gücün konjonktürel faydaları” daha fazla kaybettirici, yozlaştırıcı, geri dönülmesini zorlaştırıcı da olabilir. Yani “emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak” konjonktürel gücü kaybettirse de, “ahlaki meşruiyeti kazandırıcı” olabilir. Hatta kesin olarak böyle olur. Ahlaki meşruiyet ise, doğal yollarla gücü getirebilir. Getirmediği dönemlerde de güçlü kılar. Çünkü yozlaşmayı engeller; kavramlarınız inancınızla doğru orantılı olarak kavi kalır; inşa etmek istediğiniz şey “yeni” nesilleri de olumlu etkiler; hatta sizden olmayanları da. 

Sorgulamayı Nereden Başlatacağız?

Başa dönersek…

Eğer “özeleştiri içeriden olsun ama verili kültüre bir şey olmasın” diyorsak, o halde kadim kavramların bugüne bir şeyler söylemesini sağlamamız gerekiyor. Saptırılan, yerinden oynatılan, örtülenler varsa ıslah misyonuna uygun şekilde açığa çıkarmamız gerekiyor. Kazancı-kaybı düşünmeden, dosdoğru olanı icraata koymamız gerekiyor. (Bunu, güç kaybını maslahat gereği hesap etmeden yapmak gerekir ki insanı dönüştürücü ve inşai mahiyeti ortaya çıkabilsin. Zira hem devrimci/dönüştürücü kavramlara sahip olup hem de onların muğlak olabileceklerini ima etmek günün sonunda “gücü ve kimliği” koruma pahasına her şeyin elden çıkarılabileceği ve yozlaşmaların önünü açan prosesleri ivmeleyebilir; öyle de olmakta.)

Eğer sorun kültürde, kadim bilgide ise bunun sorgulamasını yapmamız ve yeni bir inşa süreci geliştirmemiz gerekiyor. Nitekim yeni nesiller bu süreçte, -bütün bu sorgulamalardan uzak şekilde- iki tutum takınmaktalar:

  • Ya verili hali yukarıdaki meşrulaştırmalar eşliğinde kabullenip, kutuplaşmayı normalleştirip, “dost-düşman” algısına yaslanıp, kültürü ve öğrendikleri dinî yorumları da (“savaş hiledir” benzeri içeriği belirsiz, elastiki terkipler gibi) bu meyanda araçsallaştırıp ahlaki, vicdani bir sorun yaşamadan olguyu itikatlaştırmaktalar; sürecin sonunu, getiri-götürülerini düşünmeden prosesin kendisini efsunlu sloganlar eşliğinde “dinîleştirmekteler”. 
  • Ya da bütün bu yozlaşma ikliminden kültürel umdeleri ve dinî saikleri sorumlu tutmakta ve tümünden beri kalarak farklı bir uç noktaya savrulmaktalar.

Biri, siyasi güce yaslanarak konjonktürel olarak üretilmiş olguları “din”in ve “kültür”ün yerine koyarak otoriterliğin ve despotizmin gölgesinde eyleşirken; diğeri neyi reddettiğinin ve neye karşı olduğunun farkında olmaksızın kör kuyuların çevresinde arayışlarını sürdürmektedir. 

“Suç” elbette sadece onlarda değil, elbette sadece günahkâr elitlerde de değil, aynı zamanda habitatı entelektüel bağlamda aç-susuz bırakanlardadır. (Nitekim A’raf suresinde, iktidar sahiplerini uyarmaya giden bir azınlığa, olan biteni çok iyi bildiği halde engel olmaya çalışanlar vardır. İtirazları “ne değişecek ki?!” tarzındadır. Alt metin “bizim de başımızı belaya sokmayın” şeklindedir. O azınlık ise şöyle cevap verir: 

  • “Belki öğüt alırlar
  • Rabbimize -hesap günü- mazeretimiz olsun için”)

Ne insanlık tecrübesi postulatlar ne de vahyi mübinin kadim uyarıları bu yozlaşma ikliminin kabulüne zemin oluşturmaktadır. Ama topluluklar, konjonktürel itikatlar geliştirip, kendi beka, güvenlik, ahlak, vicdan, rasyonalite kodlarını oluşturmaktalar. Bunda elbette çeşitli çıkarlarla bezenmiş yönetici elitin nefsi hırsları ve yozlaşmayı körükleyen idari icraatlarının büyük payı var. Lakin, sadece yönetici eliti suçlamamayı ve iradi sorumluluğu üstlenmeyi yine bizlere vahyi mübin öğretmekte. 

Öğreti, “Kimliğin Dolgu Malzemesi” Değildir!

Ya bütün bir öğretinin bir kimlik üretiminin dolgu malzemesi olduğunu kabul edeceğiz ya da tam tersine, kimlik denen olgunun durağan olmadığı ve hem öğreti hem de çağdaş tecrübelerle gelişip, değişip dönüşebileceği/dönüşmesi gerektiğini kabul edeceğiz. “Değişim” kavramından ürken bir gelenek için bu hiç kolay olmayacak ama öğrenmesi zorunlu. Nitekim kendisi de değişip dönüşerek bugünlere geldi. İtiraz belki “Biz paradigma içinde dönüştük” olabilir. Lakin o paradigmayı neyin ne kadar olumlu ve olumsuz anlamda etkilediğine dair tartışmalar da halen devam etmekte. “Değişim”i ‘güçlünün elinde oyuncak olma’, ‘onun oyunlarına gelme’ olarak algılama ezberi çok haksız değil ama özgüvensizlik içerdiği de vakıa. Bu özgüvensizlik de aslında bugünkü konfor alanlarını, kabullenmeleri, razı gelmeleri, kaybetmeme adına yozlaşma iklimlerine katlanmayı da beraberinde getirmekte. O halde kararlı, güçlü, özverili, özgüvenli bir atılım kaçınılmaz. “Olgu”ya bakışımızı tashih edecek, farklılaştıracak, farklı veçhelerden yenilenmiş bakış açılarını ortaya koyacak, önceki “katılaşmış/kalıplaşmış” yorumsallık zeminini aşacak bir sıçrama yaptıracak, nesilleri bu minval üzere diriltecek yepyeni bir inşai sürece ihtiyaç olduğu izahtan vareste. 

Bu durumda sorgulama pratikte bugünkü iktidar ilişkileri ve bunun getiri-götürüleriyle belirlenir gözükse de, aslında ondan bağımsız bir alanda yapılıyor olmalı. “İktidar” denen sebep elbette elde var bir; lakin buraya neden, nasıl gelindiği, bundan sonra neyin, nasıl sorgulanacağı ve tutum ve zihniyet dönüşümlerine nasıl kapı aralanacağı meselesi hepimizin sorumluluğunda. 

Değişimin iki yüzyıldır yukarıdan geldiğini iyi bilenler olarak, hem tecrübeli entelektüellerin hem de yeni nesillerin yapacağı doğru sorgulamaların, tartışmaların, üreteceği ortak aklın siyasete ve topluma etki edeceği de izahtan varestedir. Hepsiyle birlikte, ülkenin çoğunluğunu oluşturan tüm farklı etnik muhafazakâr-mütedeyyin kesimlerin olumlu dönüşümünün ülkenin, hatta daha geniş bir jeo-kültürel habitatın etki alanını oluşturacağı da düşünülmelidir.

O halde sorular genişlemeli ve katılaşmış/taşlaşmış, “dinî alan”a ait olduğu varsayılan zihniyetsel düzlem sorgulanmalıdır. “Dinî olan-olmayan” ayrımlarının ne derece sağlıklı olduğu üzerine düşünülmelidir. Aslında yakın tarihte buna benzer sorgulamalar ziyadesiyle yapıldı. Kader anlayışı, irade/muhtariyet algısı, kaynaklara bakışta sağlamlık arayışı, hadis-sünnet tanımları, tefsirlerde yer alan bilgilerin sorgulanması, nas-olgu ilişkisi… gibi başlıklar masaya yatırıldı. Hem de çetin, eskiyi suçlayıcı, dışlayıcı, itham edici ama bilahare diriltici ve altı dolu tanımlamalar eşliğinde.

“Nas-Olgu İlişkisi”: Derinleştirilmesi Gereken Bir Rehber

Özellikle nas-olgu ilişkisi meselesi, mütedeyyin kesimin hayatın bilgisiyle olan ilişkisini de düzene sokmayı hedefleyen bir çerçeve içermekteydi. Kürt sorunundan emek meselesine, sömürü ilişkilerinden sanata değin dinin sadece ilmihal bilgileriyle yetinmeyen, insan pratiğini ilgilendiren her konuda bir evrensel çerçeve içinde algılanması gerektiğini salık veren, bu olmazsa kitabın da gereği üzere anlaşılamayacağı ve mesajlarına kulak verilmemiş olacağı anlayışı üzerine bina edilmekteydi.

Bugün de yapılması gereken bundan farklı değil. Dünyayı ve işleyişini doğru anlama çabası zaten dinî bir ameliyedir, tersinin de düşünülmesi muhaldir. İnsanların faydasına olacak işlerde ilim/bilimin verilerinin önemsenip ciddiye alınması bugün bir zihniyet meselesi olarak bile düşünülmemelidir. Çünkü kadimde de bugün de bu konuda yeterince uyarı, veri, icraat vardır. O halde dinî olanın ya da dindarlık çerçevesinde olanın “adalet” gibi üst kavramlar olmakla birlikte, bunun pratiğe yansıyan boyutları olması gerektiği izahtan varestedir.

Yani “dinî olan” sahife fıkhında yer alan değil, örneğin sendikaların bugün tartışılan önerileri arasında en yetkin olanın aranıp bulunması halidir.

Yani “dinî olan”; mesela “malı öyle bir paylaştırın ki, ta ki o mal sadece belli bir zümre arasında dönüp dolaşan bir meta haline gelmesin” uyarısı sistemsel ahlaki bir uyarıdır ve size düşen bu “gelir adaleti” ya da “sistemsel ahlaki olgunluk düzeyi”ni sahaya aktarma çabasıdır. Tabii ki eldeki veriler ve bilgilerle. Denenmiş ya da denenmeyi bekleyen teoriler, tezler, antitezler, sentezler eşliğinde.

Aslında buraya kadar yazıp çizdiklerimiz, daha doğrusu karikatürize ettiklerimiz aklın asla muhal karşılamayacağı, aksini iddia edenin “dinîliğinin” de sorgulanacağı bilindik bir çerçevedir. Önemli olan bu çerçevenin “dinin emirleri” denen skalada listenin üstünde yer alabilmesidir. Kavramların illaki vahyin içinde, olguların mutlak surette sirette yer alması gerekmemekte. Öyle ki mesela “işi ehline tevdi edin” gibi ayetlerde de zaten ehliyet-liyakat gibi konuların altı kalınca çizilmektedir. Ama kavram setinden ziyade, vurgunun ardındaki hikmetin doğru anlaşılması önemlidir. Ve tabii hepsinden önemlisi, ayetler önümüzde apaçık dururken, etrafından dolaşıp verili konjonktürel durumu meşrulaştırmak için başka kaynaklara, ölçülere yaslanma kibri/müstağniliği ve şark kurnazlığı içinde olmamak. Ki bu sonuncusu zaten sorgulamaların sahihliğine de halel getirici, “her nefis ne yapıp öne sürdüğünü bilir birtakım özürler ortaya atsa da” gibi ayetlerle muhataplığı beraberinde getirir. Bu tutumun şifası ise bu zihniyetle çağdaş doğru bilgiler ve takvaya dayalı salih amelle mücadele etmektir.  

İbn Kayyım: “Hangi Yolla Olursa Olsun Adaletin Temin Edilmesi Dinden Sayılır”

Bir diğer husus, insanlığın pratik maslahatlarına hizmet eden bu hikmet meselesinin doğru kavranmasıdır. Burada bilginin nereden/kimden geldiği önemli değildir. Dahası her bilgi türü ehemmiyet arz etmektedir (İlim Çin’de de olsa…). Dolayısıyla hem sistemsel hem bürokratik hem de sosyal barışa ilişkin sosyolojik, psiko-sosyal, antropolojik vb. araştırmalar, ekonomi teorileri “adalet ve hikmet” bahsi gereğince sadece İslami-adil bir çabanın ürünleri olarak görülmelidir. Sonuçları itibarıyla test edilmiş olanlar zaten konumuz dahilindedir. Hukuk ve yolsuzluk karneleri, güçler ayrılığına ilişkin faydalar, (hatta mesela bugün çağdaş ulemanın güçler ayrılığını dört, hatta beşe çıkaran tartışmalar, -Bkz. Raşid Gannuşi, İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler, Mana Tay. İst-) istihdam reçeteleri, şeffaflık konusunda üretilmiş çözüm önerileri, iyi işleyen denetim mekanizmalarının nerede, nasıl inşa edildiği, patentinin kimlere ait olduğu önemli değildir. Sonuçları itibarıyla insanlığa sağladıkları ekonomik ve sosyo-kültürel faydaları görüp aynı gayretin içinde olmak İslami bir mücahede alanıdır. Bir iç ıslahat mecrasıdır. Hatta cihattır. (Hatta ve hatta ‘büyük cihat’tır.)

Gannuşi, İslam Devletinde Kamusal Özgürlükler başlıklı eserinde, kadim ulemayı bu konularda şahitliğe çağırmıştır: 

“Şer’i/dinî siyasetin hedefinin adaletin ikamesi ve zulmün önlenip dışlanması olduğunu ve şer’i siyasetin beşerî olan tüm siyasi birikimlere ve düşüncelere açık olacağının tabii karşılanması gerektiğini belirten Gannuşi’ye göre insan aklının ürünü olan ve medeniyet tecrübesinden geçen bir hikmeti almaktan çekinmemek ve bu hususta tembellik göstermemek gerekir. (Zümer, 18)

O, bu konuda İbn Kayyım’ın şu sözlerini delil olarak gösterir:

“Vahiyle belirlenmiş olmasa bile şer’i siyasetin yörüngesi adalettir. Çünkü Allah’ın, peygamberler göndermesi ve kitap indirmesinin ana gayesi insanlar arasında adaletin sağlanmasıdır… Hangi yolla olursa olsun, hakka dayalı bir yönetim ortaya çıkarsa işte bu Allah’ın şeriatı ve dinidir.” (s. 30-31)

İbn Kayyım, siyaseti de şöyle tanımlar:

“Siyaset öyle bir eylemdir ki, insanlar onunla yararlı olan şeylere (salih) sahip olur, zararlı (fasit) olan şeylerden de uzak dururlar. Ortada Peygamber’in koyduğu bir kural yahut bu hususta inen bir vahiy yoksa hangi yolla olursa olsun adaletin temin edilmesi dinden sayılır.” (s. 31)    

İbn Rüşd de milliyetleri ve dinleri ne olursa olsun beşerî tecrübelerden yararlanılması gerektiği hususuna dikkat çekerken “Hikmet şeriatın sütkardeşidir” demiştir

Kadim kavram ve terkipleri bu şekilde kullanmak zorunda kalmak, aslında bir geçiş sürecinin reçetesi olmalıdır. Zira ehemmiyet arz eden konuların geçiştirilmesinin, ahlakilik-vicdanilik testine tabi tutulmamasının en büyük sebebi İslam dünyasında örneklerinin olmayışı, kökenleri itibarıyla da birçoğunun Batı’ya ait olduğunun varsayılmasıyla ilgilidir. Dahası, velev ki ekonomi-politiğin alanına giren vahyi bir kavram olsun, günümüz “dindarlığı”nın içselleştirdiği alanların dışında ise ahlaki bir sorun teşkil etmemektedir. Kavramın ya da terkibin çözüme ilişkin metotları da sadece küçük dünyalarda kendine alan bulmaktadır. (Mesela Müslümanlar arası ilişkilerde ya da cemaat içi sosyalleşmede.) 

Örneğin “Batılı demokrasi” ya da “Kapitalist sistem” gibi negatifleştirici mega söylemler, konuların özünü araştırıp çareler üretmekten ziyade durulan yeri kabuklaştırıcı şekilde yardıma çağrılan, habitatın da konforunu sağlayan terkiplerdir. Tıpkı sosyalist kesimlerdeki “anti-emperyalizm” terkibinin paradigma içi sorunların görülmesini ertelemesi gibi.

Bunların alternatifi olan “İslamilik” iddiası ise, paradigmal bir hayal olarak kalmaktadır. Nitekim hem gerçeklerle çatışıp hem bulunan çözümleri önemsememekle birlikte, tarihte olup bitenin de insanın inşa ettiği yorumlara dayalı reçeteler olduğu ıskalanmaktadır.

Gannuşi boşuna “Hüküm Allah’ındır” yargısını insan eliyle kurulan sistemler söz konusu olduğunda “Teşri/yasama ümmetindir” terkibiyle değiştirmemiştir. Muhammed Abduh, “Yönetim insan işidir” derken kastettiği de aynıdır. Nitekim “Hüküm Allah’ındır” diyenlerin zaten hemen hepsi, “Hüküm benim yorumumdur” demekten öteye bir şeyi kastedememektedirler. Bu parantezi açmaktaki sebebimiz, kalıplaşmış terkiplerin zihniyetsel olarak yol açtığı sorunları ve bunların ivedilikle aşılması gerektiğini hatırlatmaktır.

Mesela yine Gannuşi’nin mezkûr kitabında yaptığı alıntıyla, Şeyh Mustafa Meşhur’un makalesine dayanan şu vurgular üzerine de madde madde düşünmek elzemdir:

“Çoğulculuğun reddi istibdat ve tuğyana yol açmaktadır.

– Siyasal partilerin İslam’a uyma şartı olmaksızın varlığı, istibdadın önlenmesi için şarttır.

– Bu konularda eski müelliflerin yazdıklarını aşan yeni yorumlar yapılmalıdır.

– Anlamı doğru olsa bile kalıplaşmış ezber sloganlardan kaçınılmalıdır. Bunlar insanların hayatlarına dokunmuyorsa, dokunacak şekilde geliştirilmelidir.

– Kur’an ve Sünnet devlet nizamı konusunda belirli bir şart koşmaz. (Şura, emri bil maruf, vb. dışında.)

– Vahyin savunduğu siyasi değerler çoğulculuk kabullenilmeden (normal görülmeden) gerçekleşemez.

– Vasıtalar çağdan çağa değişir. (Ümmetin tuğyandan sakınması hususunda bu değerleri gerçekleştirecek araçlar.)”

“Takvaya En Yakın Olan Adalettir” Ayetini Bugüne Taşımak

Geçmişte “takva” konusu tartışılırken, tuvalete sol ayakla girmekten sofradaki kırıntıları toplamaya, namaz kılarken parmakları çıtlatmamaya kadar genişleyen detaylar yumağının sünnete hakiki tabilik ve takva konusuyla irdelenmesi ciddi eleştirilerin konusu olurdu. Bu geleneksel “ihtiyat” dinin de şeref ve onurunun zedelenmesiyle eşdeğer görülürdü. Bilahare “takva” konusunun -“takvaya en yakın olan adalettir” ayetinde de sabit olduğu üzere- “adalet” ile bağlantılı olduğu keşfedildiğinde, aslında bu düşünen zihinler ve çarpan kalpler için bir devrimdi ama sorun yine aşılmış olmamaktaydı. Peki o adalet hangi alanda nasıl sağlanacaktı? Yaşamı ilgilendiren tüm konular, hukuk ve yargı alanındaki adalet, ekonomide adalet, tarım ve sağlıkta adalet… yani “takva” ancak ve ancak o sahanın bilgi alanı, tecrübe sahası içindeki verilerle yakalanabilirdi ve bu da insan emeğini gerektiren bir husustu. (İşte “takva”nın da karşılığı aslında bu.) Yani teoride, bilinç düzeyinde “takvaya en yakın olanın adalet” olduğunu bilmek bir aşamaydı ama pratik karşılığını hayata geçirebilmek için kırk fırın ekmek yemek gerekiyordu. İşte bu çabanın/cehdin kendisidir İslami, yani “dinî” olan. Eğer bu gayret/çaba/cehd ıskalanıyorsa, bu boşluğu kimliksel refleksler/tepkiler/beklentiler oluşturacaktır; oluşturuyor da. Demek ki ilki dini davranmak iken, ikincisi buz gibi cahili asabiyeye düşmek anlamı taşımaktadır. Oysa bugün ikincisi dinî hamiyet göstergesi sayılırken, “düşman”ın bile hakkını “adaleti ikame ederek” savunmanın kendisi “aldanmışlık”, “savrulmuşluk”, “ihanet”, “işbirlikçilik” gibi terkiplerle karşılanabilmektedir. Şimdi hangisi dinî olan, hangisi din dışı? Hangisi dinin menettiği? Hangisi ayetlerin nakzettiği, yasakladığı? Adalet ile ilgili ayetlerdeki sarih ifadeler olmasa, “nefsiniz, ana babanız dahi olsa…” diye başlayan uyarılar olmasa, Hamas’ın misafir ettiği “rehine”lerin insanlık ailesine erdem ve hikmet dolu mektuplar sunmaları mümkün olur muydu? Peki buna sevinen ve “İşte İslam” diye hamasi çığlıklar atan bizler, o İslami hassasiyetin Filistin’de ve dünyadaki akislerini/getirilerini görmekle birlikte, aynı teraziyi neden kendi iç meselelerimizde, iç ahlaki meşruiyeti sağlamak ve örnekliğiyle toplumu erdemli yollara davet etmek için şahitlik etmeyiz. “Rehine”ye yediğinden yediren, içtiğinden içiren, bununla da onur kazanan bir zihniyet, neden sosyal, siyasal olgulara parçacı yaklaşarak, diğer erdemlerin güç zayıflığına yol açacağını vehmeder. Neden “Hamas’ı dünyanın gözünde güçlü kılan bizi de burada güçlü kılar” diye düşünmez ve iktidarın yanlış ve gayrı İslami icraatlarını kale bekçiliği özverisiyle savunur. Bunun rasyonel boyutlarına alternatiflerin alternatifsizliği ve yarattıkları korkular bağlamında değinmiştik; lakin şimdi meselemiz “doğal korkular” değil, o korkularla birlikte bu sarmaldan nasıl çıkacağımız. Ahlaki meşruiyeti hangi sıçramalar ve yenilikler sayesinde kazanabileceğimiz. Sözlerimiz mezkûr hali dert edinen ve buradan çıkış yolları arayanlara, yoksa içgüdüsel korkularına yaslanmaya devam edenlere değil! Şöyle de diyebiliriz: Diyelim ki korkularımız devam ediyor, peki biz içimizden olan yozlaşma hallerini aramızda dahi olsa konuşmayacak, buradan çıkış yolları aramayacak mıyız? Araf suresindeki ferasetli, ilim sahibi azınlık kadar cesaretimiz yok mu? Şunu akıldan çıkarmamalıyız ki bu sorgulamalar yapılmadıkça, özellikle yeni nesillerin ‘paradigmanın yetersizliği’ eleştirilerini ve ‘çözümü paradigma dışı farklı yerlerde arama’ serencamını ne suçlamak ne de soyutlamak bir fayda sağlayacaktır.

Çözüm Dışarıda Değil, Güncellenmiş Şekliyle Aynı Paradigmanın İçinde

Yeni nesiller şunu bilmeli ki tarihte de pek çok yanlış yapılırken, aynı paradigma içinden pek çok uyaran/emri bi’l marfu nehyi ani’l münkerde bulunanlar (iyiliği emredip kötülükten sakınanlar) çıktı. Bu uyaranlar da ezbere hareket etmiyorlar, kaynaklardan ve kültürden mülhem belli ilmî verilere dayanıyorlardı. Yani kötü giden işlerin karşılığı olarak sadece ayet ve hadisleri değil, toplumsal yasalara, canlı fıkha/hukuka, ekonomi ve siyaset bilimine, sosyo-kültürel olgulara ilişkin bilgi, gözlem ve yeteneklerini konuşturuyorlardı. Kendi dönemlerinin bilgisellleri onlara yol gösterici oluyordu. “Siyasetnameler” mezkûr çağların paradigması içindeki bu tecrübe mahsulü uyarılarla doludur.

Dolayısıyla vahyin bize anahtar kelimeler ve zihniyeti inşa edecek çerçeveler sunduğu ama bunların altının insanlığın emeğiyle doldurulacağı gerçeğine de direkt-dolaylı temaslarda bulunduğu unutulmamalı. “Dinî” olan budur. “Din” deyince de akla gelmesi gereken budur. Nitekim “din”e salt “hayat görüşü” anlamı verdiğimizde seküler zihniyetler de bu manasıyla birer “din”dir; kemikleşmiş ideolojiler de. Oysa içtihat kapısının tarih boyunca açık tutulmasının gereğine vurgu yapmış bir “din” bunlardan farklı olmak kaydıyla değişime, güncellenmeye, hatta değiştirmeye ve güncellemeye öncülük etmesi gereken bir “değerler skalasıdır”. Sadece çözüm biçimleri ve içerikleri insanlığın ulaştığı bilgi seviyelerine ve insanlık durumuna göre değişmektedir. Dolayısıyla çözümdeki “ahlakilik skalası” da donmuş değil aksine canlı ve süreğendir. Eğer donmuş, katılaşmışsa, değişimden ari hale gelmişse, New Age tarikatlardan farkı kalmamış olan bu olgunun “dinîliği” sorgulanmalıdır.

“Din”in Ne Olup Olmadığı Üzerine Diriltici Mahiyette Yeniden Düşünmek

Demek ki temel sorgulama konularımızın başında “dinin ne olduğu ve ne olmadığı” gelmelidir. Yakın geçmişte nasıl ki asırlarca “dinîlik” iddiasına sahip olan anlayışlarla hesaplaşma cesareti gösterilmiş ise, bugün de kavramlar ve içeriklerinden başlamak kaydıyla ve Batı tecrübesine aitmiş gibi görünenleri insanlığın ortak mirası oluşu veçhesinden de değerlendirerek bir yeniden sorgulama cihetine gidilmelidir. Dün nasıl ki “dar’ul harp-dar’ul İslam” tartışmalarında olduğu gibi “dinî” imiş görünen fıkhi kalıplar, tarihi yükler sorgulama masasına yatırılmışsa, bugün de salt geçmişi yargılama cihetinden değil de bugünü dert edinen çerçevede bir yorumsal gayret içine girilebilmelidir. Nice kan, ter, gözyaşı içinde üretilmiş kavram ve kurumların etimolojik değerlendirmesinin ötesinde, ima ve inşa ettikleri, insanlığa hangi faydayı, hangi hikmetleri sağladıkları veçhesinden bakarak irdelenmeleri gerekir.

Geçmişte boşuna “Şura imanın rüknudur” diyen alimler çıkmamıştır. Gannuşi’nin şu tespitleri üzerine bir parça düşünelim ve sıfatımız “Müslüman” ise ne yaparsak yapalım meşrulaşır mı yoksa Allah’a itaatin (ve takvanın) gerçek göstergesi emir ve yasaklar, yani ilkelere uymak mıdır? Gannuşi, İslam’ın alamet-i farikası olarak “hak ve özgürlükler” konusunda kendi mensupları -ve hatta tüm insanlar- için uyulması gereken sabit ilkeler ortaya koyduğunu ve bunlara uymayı da aynı zamanda Allah’a itaat etmekle eş tuttuğunu belirtmiştir. Şimdi “birileri” bu “hak ihlalleri”ne maruz kalırken karşıdan izlemek, içten içe sevinmek “dinî” bir tutum muymuş, yoksa Allah’a itaatsizlikle eşdeğer bir tavır mı düşünelim! İnsanın yanlışlarını “ed-din”in sırtına yükleme kolaycılığına yaslananlar da düşünsün elbette. “İslamcılar…” diye başlayan analiz kırıntılarını sokağa salanlar da, olan bitene lal kesilip birilerinin “İslamcılar…” diye başlayan analiz kırıntılarına sebebiyet verenler de düşünsün.

“Din” diye sırtımıza yüklediğimiz yükler o kadar fazla ki. Buraya kadar kullandığımız 3.000 küsur kelimelik özet aslında basit şekilde “aklî, vicdanî ve insanlığın faydasına olan her şey zaten İslamidir” cümlesinin özünde.

Aliya da öyle dememiş miydi: “Benim için yeryüzünde iyi, doğru ve güzel olan ne varsa onun adı İslam’dır”

Peki göz önünde bunun tersi de işliyorsa ne yapmak gerek?

Kapalı kapılar ardında dizlerimizi dövmektense, sağlam, sağlıklı, yepyeni bir düşünce sistematiğiyle harekete geçme zamanı. Prangaları sorgulayabilelim ki insanlığın ortak akılla ürettiklerini görebilelim.

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.