1. YAZARLAR

  2. Ali Bulaç

  3. Tanrı Fikri Üzerine
Ali Bulaç

Ali Bulaç

Tanrı Fikri Üzerine

A+A-

Varlıkta herşey kendinde eksik ve eksik olan kemale, yetkin olmaya iştiyak duyuyor. Yetkinlik ve birlik nihayetini kendisinden daha yetkin bulunmayan Tanrı’da buluyor. Farabi, “Zihnimde ekmel/son yetkin varlık düşünüyorum; bu, zihnimin dışında böyle bir varlık var demektir” diyordu. Buna göre “Tanrı fikri”nin varlığı Tanrı’nın varlığının kanıtıdır. Farabi ve İbn Sina yanında Descartes, Spinoza ve Hegel’in de argümanları aynıydı veya buna yakındı.

Ali Bulaç yazdı I Tanrı fikri üzerine

İnsan, modern çağa girmekle yeni bir tecrübe yaşamaya başladı. Buna hümanizm/insan merkezli “yeni bir din”e giriş diyebiliriz. Bu dinin tanrısı, tanrı tasavvurunu inşa eden ahlaki norm ve hukuk kurallarını vaz’eden varlığa ve varlıkta kendisine anlam ve yol haritası çizen aşkın olan her referansı dışarıda bırakan insandır.

Bu dinin umdelerini önce Hıristiyanlığı, sonra Yahudilik ve şimdi Müslümanlığı insanın en aktif, gündelik hayatındar dışarı çıkarmayı hedefleyen laiklik ya da daha geniş manadaki sekülerazim belirlemektedir. Avrupa ülkelerinde “din” adı altında kilise ile devlet ayrılığı öngörülmüş, dine/Kilise’ye belli bir alan (marjinal, özel ve izafi hareket alanı) bırakılmışsa da Türkiye gibi ülkelerde laiklikten anlaşılan dinin tamamen dışarı çıkarılması demek olan sekülerleşmedir.

Bu bizi Tanrı, varlık ve insan başlıkları altında sadece felsefe ve kelamın değil, düşünce tarihinin tamamını ilgilendiren konu üzerinde yeniden düşünmeye sevketmektedir.

Bana öteden beri ilgi çekici gelen Aydınlanma düşünürlerinin –ki ben bu kategorideki düşünürlere “filozof” demeyi, felsefi düşünüş çabasının hikmet merkezli hakikat arayışı olarak sürdüren Yunan filozoflarına haksızlık sayıyorum- dile getirdiği Tanrı tasavvuru veya düşüncesi; sabit bir gerçekliğe veya değişmez önermelere dayanmadığı, Tanrı düşüncesini savunanların birbirlerine aykırı görüşler öne sürdüğü, tarihte de Tanrı düşüncesinin hep değiştiği, zamana ve ortama göre birinin yerini diğerinin aldığı, Tanrı inancını ve fikrini savunan teistlerin dahi Tanrı tasavvuru ve söylemlerinin farklılaştığı, bunun da bize insanın değişen ihtiyaçlarına, telakki ve bilgi düzeyine ve arzularına göre şekillendiği yani aslında tarih-dışı bir Tanrı ve Tanrı hakikati olmadığı yönündeki iddiasının kabulüne götürmektedir.

Söz konusu iddianın kısmi doğru yanları inkar edilemez ama hakikat bundan ibaret değildir. Gök cisimlerinde kutsal ve tayin edici gücün varlığına inananlardan nesnelerin bir ruha sahip olduğuna veya çok tanrıcılıktan, putperestlikten tek Tanrı inancına kadar çok sayıda telakki ilk bakışta bu fikri akla getirmiyor değil.

İslam dininin Tanrı tasavurunu –şimdilik- bir kenara bırakacak olursak, elimizde bu konuda iki ana görüş beliriyor: Birine göre insandan ve insan hayatından “hayli uzak Tanrı”, diğeri bugün modernlerin ve Aydınlanmacıların pespektifinden kimi bilim insanlarının “insanbiçimci Tanrı” tasavvuru.

Aslında bu iki tanrı tasavvuru hiç de yeni sayılmaz. İslam tarihinin başlangıç safhalarında bu iki görüşün savunucuları vardı. Muattile ve Müşebbihe! Anlaşılan şu ki; bugün dünyanın belirli bölgelerinde insanbiçimci tanrı teorisi daha çok kabul görmektedir.

Her zaman bu kabuller olur. Sorun şu ki; bir kabulü –teoriyi, tezi- doğrulamanın yolu/yöntemi nedir?

Şu soru önemlidir: Belli bir yöntem izleyerek gelişen bilim bize bu konuda yardım edebilir mi?

İnsanbiçimci teori yanlılarının, kendi içinde tutarlı, anlaşılır hale getirmeye çalıştıkları veriler ışığında “Tanrı” diye ayrı, özerk bağımsız, kendinde var kişilik (Zat/Varlık) olmadığını, insanların tarihsel ve toplumsal durumlarda birden fazla Tanrı tasavvuru geliştirdiklerini, bunu yaparken de “insan biçimi”ni örnek aldıklarını öne sürmektedirler.

Peki, bu, söz konusu iddianın doğrulandığının güvencesi nedir? Bilimsel yöntem büyük ölçüde nesnel, ölçülebilir, kritik edilebilir, laboratuvarda veya laboratuvar şartlarında denenebilir, doğrulansa da uzun vadede yanlışlanabilirliği göz önünde bulundurulabilir bilgi elde etme yöntemidir. Hal böyle iken, bilim bakış açısından Tanrı düşüncesini ne doğuralamak ne yanlışlamak mümkün.

Bu önemli tespiti İbn Sina yapmış ve somut kanıtlar desteğinde Tanrı’nın varlığına gitme fikrine pek iltifat etmemiştir. Bu tabii ki İbn Sina’nın Tanrı’nın varlığını reddettiği veya önemsemediği anlamına gelmez. O, bunu tartışmanın, deneye veya kanıta başvurmanın abes olduğuna işaret ediyordu. Tanrı vardır, aksi düşünelemez, bu temel bir postuladır. Yunan filozoflarının da Tanrı’nın varlığını ispat etme gibi gayretleri olmamıştır.

Ben yine de bilimsel verileri konu dışında tutma yanlısı değilim. İlke olarak hak ettiği, gücünün yettiği çerçevede tutulduğunda bilime de müracaat edilebilir. Ama bilim ne tek bilgi elde etme yöntemidir, ne de hakikat ve doğruluklar üzerinde mutlak karar verme yetkisini elinde bulunduran hakemdir.

Neden tek başına bilimin referans alınmayacağının tipik örneği “evrim teorisi”ne ilişkin iki karşıt tez etrafında ortaya çıkmış bulunan ve her geçen zamanda zenginleşmekte olan muazzam bilimsel literatürdür. Literatür, seçilen paradigmaya göre bulgular öne çıkarır. Her iki tezi doğrulayan veya yanlışlayan yığınla bilimsel veri bulmak mümkün. Tamamen bilimsel verileri temel alan iki karşıt tez savunucularına “Bu nasıl olur?” sorarsanız, size söyleyecekleri şu olacaktır: “Karşı tezin verileri bilimsel değil!”

Benzer bir durumu eşcinseller için de düşünebiliriz. Eşcinselliğin ontolojik mi yoksa, antropolojik mi olduğu olduğu yönünde iki karşıt tezin savunucuları, özellikle son yıllarda hayli etkili “bilim sopaları”yla dövüşmektedirler.

Tanrı fikri ve mümasil konularda belli ölçülerde tabiat bilimlerinden, sosyoloji, psikoloji, tarih, medeniyet tarihi, dinler tarihi antropoloji gibi branşlardan yararlanılabilir. Fakat ortada olan yegane hakikat, ilk insan toplumlarından bu yana Tanrı inancı ve fikri hep var olduğu hususudur. Ateizm dahi “Tanrı’nın varlığı”nın yani var olan bir Zat’ın inkârı, “yok sayılması”na dayanır.

Nitekim Babilonyali Diugenes ve Aziz Anselmus, Tanrı’nın varlığına “Tanrı kavramı”ndan ulaşırlar. Tanrı’nın var olmaması “en mükemmel/yetkin varlık” kavramına aykırıdır. En mükemmel varlık kavramı mükemmelliğin kurucu unsuru olarak var olmayı içerir. Var olmayan bir Tanrı –yok ise eğer- en mükemmel-tam yetkin varlık da olamaz.

Ama biz en mükemmel kavramına sahibiz, biz bunu salt zihnimizin bir ideal kurgusu olarak oluşturmuş değiliz. En mükemmel olan kendinden daha mükemmel varlık bulunmayan Tanrı var olduğu için biz en mükemmel kavramına sahip olabiliyoruz. En mükemmel/tam yetkin var olmasaydı, zihnimizin tam yetkinliği düşünmesi ve buna yönelmesi mümkün olmayacaktı. Var olmayan nasıl düşünülebilir ki?

Varlıkta herşey kendinde eksik ve eksik olan kemale, yetkin olmaya iştiyak duyuyor. Yetkinlik ve birlik nihayetini kendisinden daha yetkin bulunmayan Tanrı’da buluyor. Farabi, “Zihnimde ekmel/son yetkin varlık düşünüyorum; bu, zihnimin dışında böyle bir varlık var demektir” diyordu. Buna göre “Tanrı fikri”nin varlığı Tanrı’nın varlığının kanıtıdır. Farabi ve İbn Sina yanında Descartes, Spinoza ve Hegel’in de argümanları aynıydı veya buna yakındı.

Zihinde varolan fıtridir ama duygu dünyasında var olan Tanrı duygusu da fıtridir. Kendimizde hissettiğimiz eksikliği giderip olgunlaşma veya mutlak bir gücün yardımına (inayet-avn) sığınma duygusu sonradan ve toplum tarafından öğrenilmiş değildir.

İbn Tufayl’in (öl. 1185) kahramanı Hayy bin Yakzan, tabiatın kucağında bu duygu ile hiçbir insanla temasa geçmeden Tanrı fikrine varmıştır. Yani Hayy bin Yakzan, teorik bilgi ile Tanrı fikrine varmıyor, onu bu fikre götüren fıtratında mündemiç bulunan duygunun onu tabiat üzerinde yaptığı gözlem ve yaşadığı tecrübelerin (ma’rifetülhalk) onu yaratan, tedbir eden bir Varlık fikrine götürmektedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar