
Travmatik toplum ve hafıza çarpıklığı
“Çoğu sol-liberal aydın ya da psikiyatr, yeni mahalle kuşağının özellikle üst sınıf çocuklarının, 70’li yılların sol hareketlerinin burjuva çocukları gibi otoriteye başkaldırıp sorgulayanlar olabileceğini öngörmektedir. Ancak mahalleli genç kuşaktan bu so
KARŞILIKLI HINÇ VE HAYRET
Ülkede gün geçtikçe kutuplaşma ve toplumsal makas açısı artmakta ve gerginleşmekte. Haklı olarak toplumun yarıya yakın bir kesimi mahalleye tüm olan bitene ilişkin içten veya açıktan bir vicdan ve adalet çağrısı yapmakta. Çağrıya muhatap olanların görmezlikleri, duymazlıkları yarı hayret yarı da hınç uyandırmakta. Muhatap mahalle ise olan biteni çok farklı algılamakta. Yaşanan kazalar ve tartışılan hukuk uygulamalarına ise geçmişe referansla “ötekileri” sorumlu tutulmakta. Hatta mahallenin üst sınıf eğitimli ve dış dünya görmüşleri de saflarını daha da sıklaştırmakta.
MUHAFAZAKARLARIN ÇOCUKLARI
Ülkede bir kısım aydın kesim de gelecek için en azından mahallenin yeni kuşağından ümitlidir. Onların rasyoneli yakalayacaklarından umutludurlar. Ancak onların kolektif bilinçte yaşadıkları 3 temel tarihsel travmayı da dikkatlerinden kaçırmaktadırlar. 28 Şubat’ta okuldan kovulan bugünün eğitimli 35-40 yaş kuşağının yaşananlara dolaysız duyarlılıklarında bu güdüsel mekanizmalar çalışmaktadır.
Sosyal medyada, deneyimli bir gazeteci arkadaşımın son gazeteci tutuklamalarını protesto eden paylaşımına esprili bir yanıt vermiştim. Cevabım şu oldu: “Bu derdi anlatmamız gereken muhataplar bizler değiliz. Ülkede % 40’a yakın bir kesim tüm bunlara duyarsız. Görmüyor, işitmiyor, aksine çok farklı algılıyor.” Bu kesimi, mahalledeki aktif bireyler olarak latifeli bir şekilde “hacı abiler ve ablalar” olarak tanımlamıştım.
Arkadaşımın verdiği cevap ise şu oldu: “Hacı abileri ancak Allah’a havale edebiliyoruz. Yapacak bir şey yok. Sandık demokrasisinin nasıl manipüle edildiğini onlara zaten anlatamayacağız. Onların çocuklarından umut var, onlardan yok.” Bu cevap gerçekçiydi. Ancak mahallenin genç kuşağı hakkında bu açıdan bakanlar ne kadar umutlu olabilir? Bu ayrı bir araştırma konusudur.
Bu konuya bir yönüyle “Beyaz Müslüman Kuşak Ne İş Yapar?” başlıklı yazımda da değinişmiştim. Çoğu sol-liberal aydın ya da psikiyatr, yeni mahalle kuşağının özellikle üst sınıf çocuklarının, 70’li yılların sol hareketlerinin burjuva çocukları gibi otoriteye başkaldırıp sorgulayanlar olabileceğini öngörmektedir. Ancak mahalleli genç kuşaktan bu sorgulamayı yapanlar oldukça azdır. Mahallede otoriteye başkaldıranlar genellikle İslami kimliklerini tamamen terk edenlerdir. Bu grup çoğunlukla iyi eğitim almış, yurt dışı deneyimi kazanmış ve meslekleri itibariyle kendi geçim alanlarını yaratabilen bireylerden oluşmaktadır.
28 Şubat travmasını yaşamış, ekonomik imkânları dolayısıyla yurt dışı eğitimi almış ve şu an yönetimde nitelikli pozisyonlarda çalışan nitelikli genç kuşak, kimliğini ancak Erdoğan gibi güçlü bir liderin korumasında güvende hissedebileceğini düşünmektedir. Aslında, ülkedeki diğer genç orta sınıf gibi onlar da yarın için kaygılıdırlar. Bir fırsat bulduklarında, kendilerini ya Batı’ya ya da batılı değerlerin yaşattığı zengin Körfez ülkelerine atma eğilimindedirler. Bu noktada iki faktör öne çıkmaktadır: Birincisi, post-Erdoğan döneminde 25 yıl öncesine dönülebileceğini öngörmeleri; ikincisi ise bugün itibariyle ülkenin adalet ve demokrasi sorunlarının, kendileri için de güvenli bir gelecek vadetmediğini düşünmeleri. Her iki durum da tipik travma sonrası bilişsel çelişkiye (“Cognitive Dissonance”) işaret etmektedir. Bu kuşak, son 25 yılın kültürel iktidar, adalet ve refah seviyesindeki sorunlarını tartışmayı tercih etmemektedir.
Mahallenin değerlerini koruyabilen genç kuşak ise yönetim habitatında, ailelerinin koruması altında sosyal ve ekonomik refah güvenliği ile yaşayan bireylerdir. Dış dünya gerçeklerine kapalıdırlar. Sanal duvarları kalındır; görmek istemediklerini görmez, işitmek istemediklerini işitmezler. Taşradan gelip cemaatler içinde yer alan ve kendi yetenekleriyle yurt dışında eğitim alan bireylerin ise mahallede ve değerlerinde kalma şansı oldukça düşüktür.
GEÇMİŞ İLE BAŞ EDEMEME
Bugüne veya düne dair sorunlarda ülkemiz insanında veya duygusal-kimlik mahallelerinde mutabakat sağlamak oldukça zordur. Aynı konularda farklı anlatılarımız vardır ancak hiçbirinde ortak bir çerçeve oluşturmak mümkün değildir. Abdülaziz veya Mithat Paşa’nın katlinden, Ermenilerin ölümüne veya Kürtlerin yaşadıklarını ispat travmalarına ve günümüzdeki otel yangını dolaylı katliamına kadar bu hep böyle sürüp gitmektedir.
93 Harbi, Balkan bozgunu, Yunan-Ermeni mezalimi, göçler, sürgünler, isim değiştirmeler, 15 Temmuz gibi iç ve dış travmalarımız saymakla bitmez. Peki, trajedileri nasıl karşılıyoruz? Toplumsal adalet eksikliğine neden duyarsızız? Atalarımızdan kalan acıları tarih, kültür ve sanat olarak işleyebiliyor muyuz? Bu sorular yukarıdaki örneklere dair temel meseleleri ortaya koymaktadır.X
Otel yangını ve deprem önlemlerindeki yetersizlikler, toplumda korunmadığımıza dair kaygıları ve hisleri derinleştirmiştir. Travma, insanın tarih, doğa, kendi ve toplumla olan ilişkilerini onarılamazsa bozar. Sadece hayatta kalma güdülerinin öne çıkması, kapalı bir zihin yapısını, öğrenmeye kapalılığı ve fanatizmi besler. Hayatta kalma mekanizması kutuplaşma dinamiğini sürekli tetiklemektedir.
Bu noktada, II. Dünya Savaşı sonrası insanlık tarihinin en büyük travmalarını atlatabilen Almanya ve Japonya örneği akla geliyor. Peki, biz neden Almanya ve Japonya gibi travmalarımızla yüzleşmiyoruz, yok sayıyoruz, çarpıtıyoruz veya erteliyoruz? Bunun temel nedeni, tarihte ve bugün yaşadığımız olaylara ilişkin gerçek bir anlatıyı istemememizdir. Bundan sorunları anlamaya değil ötelemeye yönelik tarihsel devlet bekası anlayışımızın veya alışkanlığımızın da büyük rolü vardır.
ORTAK HİKAYEYİ OLUŞTURAMAMAK
Gerçek bir anlatı veya yüzleşme gerçekleşmezse, baş etme mekanizması da oluşmaz. Bu da ülkedeki kutuplaşmış mahallelere kapanmış insanların yaptığı gibi görmeme veya duymama duvarlarını tercih etmeye yol açar. Bu durum bir kitlesel çaresizlik göstergesidir. Travmalardan kurtulmak için yasları doğru tutmak gerekir. Kültürel boyut, siyasal boyut kadar önemlidir. Ortak bir çerçevenin veya hikâyenin oluşmaması bu yüzleşme eksikliğinin sonucudur. Engellenen gerçekler, bundan sonraki travmalarla baş etme mekanizmalarını da zayıflatmaktadır.
Toplum, çözülemeyen travmalarını ve travmatik taraflarını mahalle veya eğitimli başörtülüler-erkekler örneğindeki gibi yok saymaya çalışmakta ve bunlara duyarsızlaşmaktadır. Toplumsal öğrenme yeteneğini kaybetmek, artık hatırlayamamak, anlamaya kendini tamamen kapatmak veya gerçekleri yüzeye çıkaramamak bu sürecin doğal sonucudur. Bu duyarsızlık, görmeme ve duymama halini sadece bir mahalleye veya iktidara yüklemek vicdani ve bilimsel olmayacaktır. Bu durum dar kapsamda duyarlı bir aydın camiası dışında tüm kesimler için geçerlidir. Toplumsal adalet duyarlılığının ortadan kaybolması, kurumların ve devletin yokluğu algısıyla eşdeğerdir.
UTANÇ FENOMENİ VE KİMLİK
Travmalar, ifade ettiğimiz gibi kopma sonucunu getirir. Gölgeler ve karanlık taraf artar. Kendi karanlık tarafımızı suçlamıyor, hep suçu ötekinde arıyoruz. Bu kopukluk, sürekli kendini tehdit hissinin egemen olmasını sağlar. Böylece, deprem veya millet olamama gibi gerçek tehditlere karşı duyarsızlaşma ve yeterli iradeyi ortaya koyamama durumu yaşanır. Öteki ile ilişki kurulamayınca, kültürde, sanatta ve refahta zenginleşme olmaz. Kimlik kombinasyonlarını görebilmekte karşılıklı acizleşmekteyiz.
Kitlesel olarak çözülmeyen travmalar, farklı mahallelerde utanç fenomeninin potansiyelini artırmaktadır. Suçu kabullenme kapasitemizin darlığı, bizi sürekli “biz haklıyız” tarafında tutmaktadır. Utancı ötekine veya başkasına yansıtmak genellikle inkâr, hınç, öfke ya da saldırganlık gibi tepkilerle ortaya çıkmaktadır. Bu da bireylerin veya grupların eleştiriyi reddetmesine, kutuplaşmaya veya komplo teorilerine yönelmesine yol açabilir. Nitekim, tarihte ve günümüzde yaşanan gerçek olaylarla ilgili utancı bastırmak için “ihanet” veya “dış güçler” söylemlerine başvurulduğunu sıklıkla gözlemlemekteyiz. Literatürde bizim gibi toplumların, kolektif onur kavramına daha fazla önem verdiği için politik utancın kimlik krizleriyle daha doğrudan bağlantılı olabileceği belirtilmektedir.
SONUÇ
Tarihsel devlet anlayışımız, kendini milletin hamisi olarak gören deneyimli unsurlar eliyle sorunların çözümünü anlamak, nitelikli yüzleşmek yerine ertelemeyi veya örtmeyi tercih ettikçe, toplumun fertlerinde kapsayıcı bir adalet duygusu hiçbir zaman güçlenmeyecektir. İrrasyonelleştikçe farkındalığımızı kaybediyoruz; düşünüyoruz ancak hissetmiyoruz, bakıyoruz ama görmüyoruz. Tepkisel ve kopuk bir yapıya dönüşüyoruz. “Travmatik toplum” işte budur.
Toplumun travmalarını çözebilmesi öncelikle devlet aklının kendi travmalarını sağlıklı bir şekilde çözebilmesine ve baş edebilmesine bağlıdır.
HABERE YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.