1. HABERLER

  2. MAKALELER

  3. Türklüğün Sorumluluğunu Almak
Türklüğün Sorumluluğunu Almak

Türklüğün Sorumluluğunu Almak

Türk’ün Türklükle imtihanıyla ve Türk’ün Türklükle terbiyesiyle sınana gelmiş Türkler olarak artık “iç ve dış düşmanlar” ya da “emperyalistler” yahut “küresel güçlerin türlü oyunları” üzerine değil, kendi üzerimize düşünmemizin vaktidir.

A+A-

Dr.Esra ELMAS - Perspektif

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin TBMM’nin yeni yasama yılı açılışında DEM Partili vekillerin ellerini sıkmasıyla başlayan ve Öcalan için “Gelsin Meclis’te konuşsun”, “Türklerle Kürtlerin birbirini sevmesi siyasi farzdır” gibi ezber bozan ve “terörü sonlandırmayı” öngörse de Kürt meselesinin siyasi yollarla çözülmesi adına da tarihi bir imkân kapısı aralayan açıklamaları, Ekim ayından beri Türkiye’nin en önemli siyasi gündemi olmaya devam ediyor. 

Bahçeli, 26 Kasım’daki grup toplantısında, Erdoğan’ın sessizliği ve tedbirli tutumu sürerken, “İmralı’yla DEM grubu arasında yüz yüze temasın gecikmesizin yapılmasını bekliyor, çağrımızı kararlılıkla tekrarlıyoruz. İnandığımız yolda hiçbir baskıya aldırış etmeyiz” diyerek konu bağlamındaki ciddiyetinin altını yeniden çizdi ve Erdoğan ve AK Parti’yi harekete geçmeye davet etti.   

Gelinen aşamada yaşanan gelişmelerin bir sürece dönüşmesi elbette son kertede iktidarın sorumluluk almasına ve harekete geçmesine bağlı. Bugüne kadar Erdoğan ve AK Parti’nin Bahçeli’nin çıkışı karşısındaki ihtiyatlı tutumu da ayrıca bir analize muhtaç.    

Bahçeli’nin bu beklenmedik açıklamalarının dünyadaki çatışma çözümü örnekleri göz önünde bulundurulduğunda sürpriz olsa da bir paradoks olmadığını daha önceki yazıda ifade etmiştim

Bu yazıda ise Kürt meselesinin “Türk meselesi” boyutunu ele almak istiyorum. En beklenmedik Türk’ten en beklenmedik sözleri duymuşken ve bölge ve dünya böylesi bir dönüşümden geçerken, kendini milliyetçi görmeyenler de özellikle dahil olmak üzere, Türkler olarak kendi üzerimize düşünmek ve “Türklüğün sorumluluğunu almak” için önemli bir fırsat var önümüzde.     

İmtiyazlar ve Rekabet Sarkacında Türklük   

“Ne demek yani Türklüğün sorumluluğunu almak? Kurulduğu günden bu yana, Türkün gücü, büyüklüğü, kutsallığı, şanı şöhreti, hâkimiyeti konusunda mangalda kül bırakılmayan bir ülkede, Türklük sahipsiz mi ki?” diye sorabilirsiniz. Türk milliyetçiliği üzerine koca bir literatür var. 

Konu özelinde söylenmemiş çok az şey kaldı ama bir temel olguyu hatırlamakta fayda var: Şartlara ve ihtiyaçlara binaen sıklıkla seçmeci hatırlansa da Türklük, malum, siyasi bir kimlik. Yani tek, biricik bir etnik kimliği ifade etmiyor. Bu derece etnik çeşitliliğin hâkim olduğu bir coğrafyada da edemez zaten. Travmatik bir kimlik aynı zamanda. Müslümanlık ortak paydasında farklı etnik kökenlere sahip göçmen kimlikler, Türklük denilen siyasi kimliğin bu coğrafyada bel kemiğini oluşturuyor.

Öte yandan pratikte işler başka bir seyir izliyor. Cumhuriyet’in kuruluşunu takiben Türklük kısa zamanda laik bir kimlik olarak kutsanıyor, 1930’larda iyice kafatasçılığa savruluyor ve farklı etnik kimliğe mensup topluluklara ancak dilini unutması -kültürünü de kendi içinde yaşaması- şartıyla hâkim kimlik içinde bir yer edinme, makbuliyet ve güçten pay alma imkânı tanıyor. 

Türklük bir imkânlar sahası kısaca. Rekabetçi bir alan aynı zamanda. Toplumun merkezinin devlet sayıldığı bir coğrafyada, gücü eline, devleti tekeline aldığın oranda Türkleşiyor ve Türklüğü de şekillendiriyorsun. O gücün hep tahkim edilmesi lazım, çünkü Türklükten düşen iktidardan düşer ve rakipler de az değil.  

Sahip olunan iktidarı ve imkânlar havuzunu paylaşmak istemediğin oranda ise rakibinin Türklüğünü tartışmaya açmak en kolay ve sonuç alıcı yöntem. Laz’ın aslı Pontus diyebiliyorsun, Çerkes’i, Abhaz’ı, Ethem’i hatırlatarak sindiriyorsun, kafan kızarsa bir diğerine “Zaten Ermeni dönmesisin” deyiveriyorsun örneğin. Türklüğü iktidar ve hâkimiyet yarışında, diğerlerine (diğer olası Türklere) karşı bir tasfiye aracı olarak kullanıyorsun. 

Dolayısıyla Türk olmayanla ilişkisiyle kıyaslanamayacak olsa da Türklüğün Türk olanla kurduğu ilişki de son derece gerilimli. Kucaklayıcı olmaktan çok dışlayıcı. O yüzden “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok”, hatta Türk kendine de dost değil. Türklük sürekli bir rekabet alanı olduğundan hiçbir zaman hiç kimseye de tam olarak ait olmuyor; yapıp ettikleri de öyle. 

Daha doğru bir ifadeyle, Türklük adına yapılan her iyi, güzel, anlamlı şeyin bir sahibi var ama hatalarını, günahlarını, yanlışlarını üstlenen yok. Hatalar üstlenilmediği için ders alma kabiliyeti de zayıf. Bu konudaki bakiye ortada, sorumluluk sahipsiz kalıyor.

Kendini milliyetçilik karşıtı addeden “Zaten Türk diye bir şey mi var canım? Benim annem Çerkes, babam Balkan göçmeni örneğin. Kürt gelinimiz de var, Ermeni-Rum komşularımız da… Hiçbiriyle hiçbir problemimiz de yok. Hepimiz kardeşiz” diyen de bu bakiyenin en önemli sorumlularından biri. Bu tutum sandığının ya da iddiasının aksine, milliyetçilikten kaçınmıyor ama kendini bir el çabukluğuyla Türklüğün sorumluluk alanının dışına atıyor. Bu zihniyetin bu ülkede geçmişte ya da bugün olup bitenlerle bir ilişkisi yok, kendi yahut ataları hiçbir suça karışmamış, “birtakım kendini bilmez”in Türklük adına yapıp ettikleri de bu zihniyeti ilgilendirmiyor, sorumluluk dünyasında bir yer bulamıyor. Türklük adına bir hata varsa onu hep bir “başkası” işlemiş oluyor. 

Seçmeci Aidiyet ve Sivilleşme Sorunu 

2000’lerin başında yeni sosyal hareketlerin zamanın ruhunu belirlediği dönem, nihayet şenlikli bir şekilde köklerimizdeki Ermeniliği, Rumluğu, Abhazlığı, Çerkesliği, Arnavutluğu yahut Kürtlüğü keşfettirmişti bize. Kimilerimiz hakikaten kendiyle ilgili yeni bir bilgi ediniyordu, kimilerimiz ise susmak ya da saklamak zorunda kaldığını ifade ederek kendini iyileştiriyordu. “Biz hiç karışmamışız yahu, anneannem öyle diyor…” diye kökeninde Türklükten başka bir şey bulamayanların hüzünlendiği bir dönemden bahsediyoruz. Bir tarafıyla yüzleşme, tanıma, tanınma, özgürleşme ve normalleşme getiren bu dönem, bugünkü manzaradan da anlaşılacağı üzere ne yazık ki ülkede hâkim hale gelebilecek bir sivilleşmeyi beraberinde getiremedi. 

Türklük bir türlü sivilleşemedi. Çünkü azıcık bir vicdan geliştirdiğimizde yahut geçmişe ve bugüne dair daha dürüst bir okuma yaptığımızda ilk önce Türklükten vazgeçiyoruz. Boşnak, Çerkes, Arnavut, Laz; ya da dindar, solcu veya liberal olduğumuz oranda bu ülkede farklı dönemlerde farklı grupları hedef alan Türklükle bir alakamız olmadığına inanıyoruz. Türklük de, onu dar çıkarlarınca şekilden şekle sokanların, militer, öfke ve nefret yüklü bir kimlik olarak kuranların tekelinde kalıyor. Bunlar sonuç da alıyor. Bugün göçmenleri açıkça hedefine koyan, daha dün HDP’yi Ermenileştirmek suretiyle düşmanlaştıran, ülkenin meclisindeki partiye düşman olarak muamele edilmesini açıkça salık veren ve kuruluşunun ikinci ayında yüzde 2-3 oy oranına kavuşan parti bunun en somut örneği. 

“Dünyanın her yerinde bu böyle, popülist milliyetçilik her yerde sonuç alıyor” diyecek olabilirsiniz. Evet, alıyor ama o ülkelerde insanlar kendileriyle aynı kimliğe sahip bir insanın öldürülmesi üzerine galeyana gelmek yerine, yabancı ve göçmen düşmanlığına evrilme tehlikesi olan bu durumu önlemek için sorumluluk alarak “Biz daha fazlayız” diye sokakları da dolduruyor (Almanya, 2018). Ya da ülkesine iadesi istenen iki Müslüman mülteciyi polise vermemek için kendisi en azından sosyal olarak Hristiyan olan koca bir mahalle seferber olabiliyor (İskoçya, 2021). Biz ise, bırakın bugün Suriyelileri insan yerine koymayı, 40 küsur senedir geçtiğimiz çatışma ortamına, kayıplarımıza ve tanıklıklarımıza rağmen, 2014’ten itibaren çözüm süreci kesintiye uğramaya başladığında ve Taksim Meydanı’nda Kürtler bireysel olarak sessizce “Kürtler barış istiyor” diye pankart açarken, “Türkler de barış istiyor” diyerek yanlarında durabilmiş değiliz.  

O gün tek tek Türkler olarak bir parti, örgüt ya da devlet çağrısına ihtiyaç duymaksızın “Barış istiyorum” diyen Kürtlerin yanında duramadık, peki bugün ne yapacağız? Türk milliyetçiliği söz konusu olduğunda “mekânın sahibi” Bahçeli dahi bu tarihi çıkışları yapmışken, milliyetçi olalım yahut olmayalım biz Türkler ne yapacağız? Bu konuda ne diyeceğiz? “Türk milliyetçiliğini de sahiplenemeyeceğim artık” yahut “Zaten Türk diye bir şey mi var?” diyerek bu işin içinden sıyrılma lüksümüz aslında hiç yoktu ama bu argümanlar bugün geleceğimiz için dünden daha maliyetli. 

Türk diye bir şey var ve kendimizi milliyetçi olarak tanımlamasak da Türklüğün bütün ayrıcalıklarından hemen her gün faydalanıyoruz. Hele hele demokrasiyi mesele ettiği iddiasındaki Türklerdensek, Bahçeli’nin bu açıklamalarından sonra Erdoğan, DEM Parti yahut Öcalan ne yapacak diye beklemek yerine ya da Türklüğün içeriğini bir grubun tekeline terk etmeksizin düşünme mesaimizin merkezine kendimizi koymaktan başka çaremiz yok. 

Etnik Kimlik mi Siyasi Aidiyet mi? 

Bunun için öncelikle Türklükle kurduğumuz ilişkide daha sahici olmaya ihtiyacımız var. Her türlü kimlik hapishanesinden son kertede çıkmak lazım diyor ve bunu istiyorsak, önce Türklükle aramızda dürüst bir aidiyet bağı kurmamız gerekiyor. Bunun yolu da “Şahsi bir sorumluluğum olmasa da bu ülkede Türklük adına dün ya da bugün yapılmış ve yapılan; yarın da yapılabilecek olan her türlü hatadan bir Türk olarak sorumluluk duyuyorum” demekten geçiyor. Bu sorumluluğu duymak Türk kimliğinin içini sivil bir içerikle doldurabilmenin ilk adımı. Geçmişin sorumluluğunu almak bir ilk adım ama yeterli değil. 

Türklükle ilişkimizi yeniden düşünürken geleceğin sorumluluğunu da almamız gerekiyor. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana anayasa tartışmalarından farklı siyasi parti geleneklerinin önerilerine kadar Türklüğün nerede konumlandırılacağıyla ilgili tartışmalar, arayışlar, gerilimler ve mücadeleler devam ediyor: Türklük, diğer kimliklerin üzerinde üstün tutulması gereken bir etnik aidiyet mi olacak yoksa çeşitli kimliklerin kendilerini temsil ve ifade edebileceği kapsayıcı bir siyasi aidiyet olarak mı tanımlanacak? Bu, henüz sonuca ulaşmış bir tartışma değil ve bu muğlaklığın giderilmesinin yolu Türklerin bu konuda ne diyeceğinden geçiyor. 

Biz Türkler olarak 100 yıldır devam etmekte olan bu tartışmalara ne cevap vereceğiz? Türklük, toplumun sadece bir kesiminin ait hissettiği, imtiyazlı ama etnik kimliğin dar sınırları içinde tarif edildiği için her an tetikte bir kimlik olarak işlev görmeye devam mı etsin yoksa sivilleşerek herkesin kendini evinde hissedebileceği bir anlam genişliğine mi kavuşsun? Bir etnik kimliğin diğerleri üzerinde zorla üstün tutulmasıyla, diğer kültürel kimliklerin yok sayılmasına ve marjinalleşmesine neden olmaya devam mı etsin yoksa herkesin eşit yurttaş olarak içinde yer alabileceği bir siyasi aidiyet haline mi gelsin? Türklük bizi bölsün mü birleştirsin mi? Türkler olarak bu sorulara cevap vermemiz gerekiyor. 

Bir Ülkeyi Memleket Yapmak 

Eğer cevabımız Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında daha kapsayıcı olmaktan yanaysa, sivilleşirken Türklüğü de sivilleştireceksek, bunun yolu kendisine Türk demeyen yahut kendi kültürel aidiyetinde ısrarcı olan kesimlere dayak atmaktan, onlara zorunlu bir adres tarifi yapmaktan geçmiyor. Bunun yolu, kendine Türk diyen yahut etnik olarak Türklüğe kolaylıkla eklemlenebilecek kişilerin bu anlam genişliğini sağlamasından, sahip olduğu imtiyazlara diğerlerini de sahip kıldığı bir siyaset talep etmesinden ya da bu siyaseti ve dili inşa etmesinden geçiyor. Bunun yolu, Türklerin bu ülkede mahallelere ayrılmış bir insan topluluğu olmak yerine bir toplum olmayı tercih etmesinden geçiyor. Devlet Bahçeli’nin önerisi şu an bunun çok uzağında ama Bahçeli ve MHP kendi dar milliyetçilik tanımları içinde çıpayı bu kadar yükseğe atabiliyorsa, bu tanımla yetinmeyecek Türklerin de yapabileceği bir şey olmalı.       

Farkında olmasak da sürekli bir iç ve dış düşman paranoyasına hapsedilen, nefret etme ve şüphe duyma gerekliliğinden dolayı yorgun bir kimlik bizimki. O kadar yorgun ki dünya zamanının içinde olan, dünyayla konuşan ve dünyanın parçası olmak isteyen çocuklarımız ve gençlerimiz sadece içi boş bir gurur karın doyurmadığı için değil, sürekli bir gerginlik taşımak istemedikleri, konuşma, barışma, normalleşme ve insanca yaşama şansları memleket sınırları dahilinde ellerinden alınıyormuş gibi hissettiklerinden bu memleketten kaçıp kurtulmak istiyor. 10 yaşındaki çocukların büyüyünce Alman vatandaşı olmak istemesi, gençlerin okullarını bırakıp Avrupa’da işçi olmayı dahi daha iyi bir seçenek olarak görmesi hep bu yüzden. Son dönemde gençlerle yapılan milliyetçilik araştırmaları, gençlerin ağaç dikmeyi ve hayvanlara su vermeyi milliyetçilik olarak tanımladığını da gösteriyor. Yani bugün Türklük adına her şeye ve herkese öfke duyarak milliyetçiliği sevk ve idare etmek isteyenlerin sözünün bacakları kısa, geleceğe varabilecek gibi değil.  

Hal böyleyken, Türk’ün Türklükle imtihanıyla ve Türk’ün Türklükle terbiyesiyle sınana gelmiş Türkler olarak artık “iç ve dış düşmanlar” ya da “emperyalistler” yahut “küresel güçlerin türlü oyunları” üzerine değil, kendi üzerimize düşünmemizin vaktidir. Türklüğün sorumluluğunu almak yeni tür bir milliyetçilik değil, Türklüğün sivilleşmesi için bir şarttır. Türklük illa bir şeye hizmet edecekse, bu, gücü eline geçirenin değil memleketin çıkarı olmalı. Bunun için de bugüne kadar olup bitenden memnun olmayanların Türklüğü sahiplenmesi gerekiyor.   

Türkiye ikinci yüzyılına, 100 yıldır biriktirdiği sorunlarla mı; yoksa bu sorunlarla yüzleşerek, bunlara çözüm bulma niyeti ve iradesiyle mi girecek? Türkler ne istiyor? Buradan bir sivilleşme çıkarabilirsek belki demokrasi sorunumuzu da çözme şansı bulabiliriz. İşte o zaman bu ülke hepimiz için gerçekten bir memleket olur.

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.