1. YAZARLAR

  2. Altan Tan

  3. "Yaşar ne yaşar ne yaşamaz"dan günümüze
Altan Tan

Altan Tan

"Yaşar ne yaşar ne yaşamaz"dan günümüze

A+A-

Bugün Türkiye'nin en önemli ihraç kalemlerinden biri de Türk dizileri.

Kim derdi ki bir zamanlar Brezilya'dan, Kore'den dizi ithal eden Türkiye, dünyaya kendi dizilerini satacak?

Tabii bu iyi mi, kötü mü, nasıl oluyor, hangi seviyede, dönüp bakmak lazım.

Benim şahsen dizilerle tanışmam çok eskilere gidiyor.

Diyarbakır'a televizyon 1974'te geldi. Yayınlar o tarihte başladı.

Tabii o zaman haftada iki gün, siyah-beyaz ve sadece TRT'nin tek bir kanalı vardı.

Ondan sonra süreç içerisinde yavaş yavaş bugüne kadar geldik.

Hatta 90'lardan sonra çok hızlı bir şekilde bugünlere ulaştık.

Şu an televizyonda kaç kanal var?

Uydudan kaç kanal seyredilebiliyor?

Dünya televizyonlarında ne kadar izlenebiliyor?

İnanın, rakamı bilmiyorum.


İyi bir dizi izleyicisiyim. Tabii dizileri izlemeye başlamadan önce de benim yaşımda olanlar bilirler; biz daha çocukken, ilkokuldayken, radyolarda "Arkası Yarın" vardı.

Akşam saat 8’de bir piyes, bir konu radyoda dizi olarak yayımlanırdı.

Tabii bunu bugünkü kuşaklara anlatmak çok zor. Yani sesi dinleyerek bir diziyi nasıl takip ettiğimizi anlamak, bugünün gençleri için farklı bir tecrübe olurdu.

Çoğu zaman, uykum geldiğinden -o zamanlar bu kadar geç saatlere kadar da oturulmazdı- radyodan dizi dinlerken yatakta uyuyakalırdım. Bu, onlarca kez başıma gelmiş bir durum.


Bundan daha da öncesi var tabii.

O radyo dizilerinden daha eski bir gelenek de vardı.

Midyat'ta, İslam öncesi dönemin Arap kahramanlarını anlatan kıssalar, yani hikâye kitapları okunurdu.

Arapça bilen, olaylara hâkim biri, her gece bir evde bu hikâyeleri okurdu.

Millet, heyecanla 1-2 saat boyunca dinlerdi. En heyecanlı yerinde hikâye kesilir ve ertesi gece devam edilirdi.

Bediüzzaman, Sahibuzzaman, Zir, Hendekok bin Saadun gibi eski Arap kahramanları, büyük bir merak ve özlemle dinlenirdi. Bölge halkının en az yarısı Arapça bilirdi.

Ancak bu Arapça, klasik edebi bir Arapça değildi. Nasıl ki Çankırılı veya Çorumlu bir Türk köylüsü, İstanbul Türkçesiyle yazılmış Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın romanlarını anlamakta zorlanıyorsa, onlar da benzer bir şekilde zorlanırdı.

Ancak hikâyeyi okuyan kişi, anlatılanları açıklayarak, tefsir ederek bu engeli aşardı.

1974 yılına, bu kısa özetten sonra tekrar dönelim.

O tarihlerde TRT'de aklımda kalan ilk dizi, Aziz Nesin’in "Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz" dizisiydi.

Çok güzel bir diziydi. Kitabı okuyanlar, diziyi izleyenler bilirler.

Türkiye’deki çarpıklıkları ve bürokrasiyi, nüfusa kaydı bile olmayan Yaşar isminde bir vatandaş üzerinden anlatıyordu.

Merakla ve ilgiyle takip ettik.


Toplumun ahlaki değerlerine tamamen aykırı durumlar işleniyor

Daha sonra yüzlerce dizi hayatımıza girdi.

Bir de tabii Türkiye’nin dizi tarihine damgasını vuran Dallas dizisi vardı. Ceyarlar, Süheyliler...

Neredeyse ailemizden birer fert hâline gelmişlerdi.

Hatta bazı geceler, dizinin çarpıcı bölümlerinin yayınlandığı saatlerde sokaklar boşalırdı.

Bugün ise hemen hemen her kanalda 3’er, 5’er, 6’şar, 7’şer dizi var ama maalesef bu diziler için olumlu konuşamayacağız.

Bir dizinin başarılı olabilmesi için, tutması için ciddi bir senaryo lazım.

Ancak bu kadar dizi enflasyonunun olduğu bir yerde, kaliteli senaryolar yazmak ve iyi senaristler yetiştirmek büyük bir sorun.

Dahası, senaryolar o kadar basite indirgeniyor ki... Aynı dizide birkaç kez hapse girilip çıkılıyor, insanlar defalarca boşanıp tekrar evleniyor, en mantıksız olaylar yaşanıyor.

Üstelik toplumun ahlaki değerlerine tamamen aykırı durumlar işleniyor.


Toplumun muhafazakâr kesimi bu kadar yozlaşmış değil

Bugün bahsetmek istediğim birkaç dizi var: Kızılcık ŞerbetiKızıl Goncalar ve Uzak Şehir.

Kızılcık Şerbeti ile Kızıl Goncalar ciddi tartışmalara neden oldu.

Kimileri baştan bu dizilerin toplumun dindar kesimini tahkir ve tezyif -yani aşağılama, kötüleme, karalama- amacı taşıdığını söyledi.

Kimileri ise "Hayır, bunlar toplum içinde yaşanan gerçekler" dedi.

Ancak iş öyle bir noktaya geldi ki, başta benim gibi bu dizilere olumlu yaklaşanlar bile bugün hayal kırıklığına uğramış durumda.

Özellikle Kızılcık Şerbeti ve Kızıl Goncalar dizilerinde yer alan ilişkiler ve sahneler…
 

Mesela Kızılcık Şerbeti'ndeki bir aile var ki, aman Allah’ım!

Sözde çok dindar, her yemekte, her sohbette, her karşılaşmada dinden, imandan bahseden bir aile...

Ama içinde rezaletin olmadığı bir konu yok!

Gerçekten böyle aileler var mı?

Belki cımbızla, mikroskopla, teleskopla bakarsanız bulabilirsiniz.

Ama asla toplumun muhafazakâr, dindar, Müslüman kesimi bu kadar yozlaşmış değil.

Ve bu kesimin ilişkileri de bu kadar çarpık değil.

Bu diziler neyi amaçlıyor, neyi hedefliyor, doğrusu anlamış değilim.


Mantık adeta intihar etmek üzere

Kızıl Goncalar'da sözde Türkiye'deki tarikatların, cemaatlerin iç yapısı, içlerinde olup bitenler, derin devletle ilişkileri irdelenmeye çalışılıyor ama orada da mantık adeta intihar etmek üzere.

Uzakşehir dizisi ise ilginç bir tesadüf veya tevafuk diyelim.

Midyat'ta, atalarımın 180-190 sene önce çıktıkları, köklerimizin ve ailemizin temelinin olduğu Helakh köyünde çekildi.

Tabii, binlerce yıllık Helakh, Süryanice "Ahleh" kelimesinden geliyor.

Cumhuriyetin son döneminde adı "Narlı Köyü" olmuş ama orada bir tek nar ağacı bile görmedim.

Enteresan bir durum.

Dizi, oğulları şu an İsveç parlamentosunda milletvekili olan bir Süryani ailenin, hemşerimizin konağında çekiliyor.

Ve bu dizi de ilginç bir şekilde Lübnan'da 150 bölüm çekilen, 5 sezon süren bir diziden uyarlanmış.

Ben bu 150 bölümün 120'sini izledim. Kalan 30 bölümü ise henüz Netflix'te yayımlanmadı.

Yani sıradan bir dizi izleyicisi değilim. "Bu kadar yoğunluk içinde nasıl vakit bulup 120 bölüm izledin?" derseniz, o da bende saklı kalsın.


Diyarbakır'da böyle bir kaynana yok!

Dizi, "El Hayba" adlı Lübnan yapımından uyarlanmış ama nasıl uyarlanmış?

Kafası gözü patlatılmış, her tarafı kesilip biçilmiş bir uyarlama!

Öyle bir kayınvalide tiplemesi var ki, yani halkımızın deyimiyle "kaynana" diyelim, benim babaannemin kaynanasının kaynanasının kaynanasından bu yana böyle karaktersiz bir kaynana Midyat'ta görülmemiş!

(Bu karaktersizliği tipleme olarak söylüyorum.)

Mesela "El Hayba"da diziye damgasını vuran bir kayınvalide var.

Kahramanların annesi olan bu kadın, şekli, şemali, oturuşu, konuşmasıyla tam bir Osmanlı kadını gibi.

Bir Arap aşiret reisi gibi güçlü ve şehirli bir kadın. Zaten Şamlı ve Beyrut'ta sürekli bu Şamlılığı nedeniyle aşağılanıyor.

Ama Midyat'taki uyarlamada bu kayınvalideyi Diyarbakırlı yapmışlar.

Ben, babam, dedem; hepimiz Diyarbakır'da doğduk, büyüdük ama aslen Midyatlıyız.

72 yıldır Diyarbakır'dayız ve binlerce kaynana gördüm. Böyle bir kaynana Diyarbakır'da yok!

Diyarbakır'da benim babaannemin döneminde konaklarda hut çalan hanımefendiler vardı. Devlet gibi kaynanalar, kayınvalideler vardı.


Halkımız, Afrika’daki kabileleri izler gibi bu dizileri izliyor

Kim yazıyor bu dizileri? Senaristleri kim?

Bir tane bile danışman almıyorlar mı?

Mesela Midyat'a gelip, buranın şivesine, yemeklerine, kıyafetlerine, kadın tiplerine dair bir araştırma yapmıyorlar mı?

Oysa Midyat 1956 yılında, Allah rahmet eylesin, Zekiye Midyat Hanımefendi ile Türkiye'nin ilk kadın belediye başkanlarından birine sahip olmuş bir yer.

Böylesine köklü bir kültüre sahip olan Midyat'ta, dizide öyle bir kaynana, öyle aileler ve öyle tiplemeler yaratılmış ki izlerken hayrete düşüyorsunuz.

Üstelik reytinglerde en üst sıralarda!

Halkımız, Afrika’daki kabileleri izler gibi bu dizileri izliyor.

Özellikle muhafazakâr, dindar kesime yönelik "Bunlar şeriatçı, hilafetçi, İslamcı, gizli ajandaları var" gibi söylemler geliştirildi.

Ancak AK Parti dönemindeki 23-24 yıllık süreçte olup bitenlere bakarsak, bütün ahlaki değerlerin yerle bir edildiğini, toplumsal değerlerin çarpıtıldığını görebiliriz.

RTÜK, siyasete dair en ufak bir söz söylediğinizde hemen ceza keserken, bu tür içerikler için hiçbir tarihî, sosyolojik veya psikolojik değerlendirme ve takip yapmıyor.

Maalesef kamuoyunda da bu konu yeterince tartışılmıyor. Yazar, çizer, entelektüeller de bu meseleye eğilmiyor.

"Ne oluyor, neyi anlatıyorsunuz?" diye soran yok.


Belki de yozlaşmayı, çarpık ilişkileri, ahlaki erozyonu alkışlıyoruz!

Mesela dizide bir sahne var: Adam sabah Midyat’ta atla geziyor, öğleden sonra jiple dolaşıyor. Abuk sabuk sahnelerle dolu.

Evet, Türkiye'nin en büyük ihraç kalemlerinden biri diziler ama bu dizileri izleyerek İstanbul Türkçesi öğrenen Ortadoğulu, Balkanlı, Orta Asyalı birçok kişi gördüm.

En son, geçen hafta Bağdat’ta bir grup kadınla karşılaştım. Biz de Diyarbakır'dan aileler olarak bir grup halinde gitmiştik. O kadınlar, bizimle Türkçe konuşmaya çalıştılar.

Onlara "Uzak Şehir" dizisini sordum, çünkü benim köyümde çekiliyor.

Evet, bu tür dizilerin Türkçeyi yaygınlaştırması sevindirici ama neyi kutluyoruz?

Belki de yozlaşmayı, çarpık ilişkileri, ahlaki erozyonu alkışlıyoruz!

Burada ahlakçılık taslamak istemiyorum ama toplumun yanlış tanıtılması, yanlış yönlendirilmesi büyük bir sorun.

Dizilerde o kadar fazla şiddet ve cinayet var ki, genç kızlarımızın yarısı gece hayatına özenirken, erkeklerimizin yarısı mafya olma hayali kuruyor.

Bir an önce bu duruma bir çeki düzen verilmesi lazım.

Çünkü "kaş yapayım" derken göz çoktan çıkmış durumda!

Önceki ve Sonraki Yazılar